REÇEL

Sandı’k’larımız

Hayat çoğunlukla, şablon olarak benzediğim insanlardan farklı sosyal gruplarla kesiştiriyor yollarımı, deneyim sahalarımı.

Konuk Yazar: H

17595987901_317c1bd1b5_b

Sevgili ülkemizde gündem hayli civcivli, daim olduğu üzere. Buna bir es koyalım, başka bir şeyden bahsedeyim istiyorum.

 

Hayat çoğunlukla, şablon olarak benzediğim insanlardan farklı sosyal gruplarla kesiştiriyor yollarımı, deneyim sahalarımı. Şikayetçi değilim, hatta fazlasıyla memnun bile olabilirim.

Yakın zamanda başladığım yeni bir aktivite grubum var. Grup arkadaşlarım çok farklı renklerdeler, benim görüntüm çoğu için yabancı yahut tercih edilir değil. Önceki deneyimlerimden mütevellit, ilk haftaların daha mesafeli, sonraki dönemin görece daha keyifli ve asıl olarak farklılıklarımız üzerinden temas kurabileceğimiz zaman dilimi olacağını sanıyorum.

 

“Geçmişinde travmalar olan toplumlarda ‘açık yüreklilik’ ancak karşılıklı ilişkiler içinde yeniden oluşabilir.”

 

Öyle de oluyor. Dördüncü haftayla birlikte, önümde oturan yaşça büyük arkadaş topluluğuyla şen bir ilişki düzeyine geçiyoruz. İlk haftalarda çekinilerek alınan selamlar, ortak noktaların tespit edildiği sohbetlerle zenginleşiyor ve bence ancak normalleşiyor.

Molada on dakikalık bir işim var, dışarı çıkacağım. Ön sırada oturan X Amca, benden önce kalkmış, dışarı çıkmak için kapıya uzanıyor. Geldiğimi farkedince, açmaya uzandığı kapının yan tarafına geçip kapıyı benim için açıyor, gülümseyerek yol veriyor. Ben çıktıktan sonra, o da dışarı çıkmak için yöneldiği ve yan yana yürüdüğümüz o bikaç saniyelik anda, “Kaçıyor musunuz?” diyor. “Hayır, biraz hava alıp geleceğim” diyorum, gülümseyerek. “Peki, sınıfta görüşürüz o halde” diyerek ayrılıyoruz, herkes kendi “havasını” almaya çıkıyor.

Bende depremler oluyor. Nedir ki buna sebep? Düşünüyorum. Öncelikle, X Amca‘nın zerafetinin doğallığı. Bu halin X Amca ve arkadaş grubu için doğal hal olduğunu gözlemliyorum haftalardır, kendi aralarında tiyatro icra etmeleri pek mantıklı olmasa gerek. Artık bana karşı tavırlarına da sızıyor kendileri gibi oluşları.

Bir kapı tutmanın, iki tebessümün, üç kelamın beni bunca etkilemediği de aşikar, herhalde. Çünkü bu toplumda bir grup insan, bu nezaket seviyesini Fransız adab-ı muaşeretine bağlayıp, nasıl yapmacık ve bizdeki temsilcisinde emanet durduğundan dem vurup müstehzi bir edayla ve kocaman bir iç rahatlığıyla kenara çekiliveriyor. Bunun böyle olup olmadığı da bir tartışma mevzusu, bu blogdaki ‘Ya Çirkin Prens Olmazsa?’ bu kısımda söylemek istediklerimi yazdı.

Bendeki sarsıntılara sebepleri biraz daha açayım. Mesela, birbirimizi bir ayı biraz aşkın müddettir tanıyoruz, tamamen farklı anlam dünyalarına sahibiz, ama bir ay önceki selam vermeye çekinen ve konuşmaktan imtina eden hallerimiz nasıl da değişmiş. Mesela, artık kendi anlam dünyasındaki tavırlarını benim yanımda da, öyle doğal ve hesaplanmamış bir tutumla takınabiliyor X Amca. Bunlar benim salt olumlu değerlendirdiğim davranışlar da olmayabiliyor, grup içinde sohbet ederken görüyorum ki. Ayrıca muhtemel ki, X Amca da beni benzer şekilde gözlemliyor. Yani, hâlâ anlam dünyalarımız farklı, hâlâ kendimiziz. Ve ortalama insanî tavır olarak birbirimize doğal/nazik muamelede bulunduğumuzda, kimse gizlice yanımızda çalımlarımızı/ataklarımızı not edip alkışlamıyor, çalım kaçırdığımızda bizi istihzayla afişe etmiyor. Ve biz, hâlâ kendimizken, birlikte de yaşayabiliyoruz, hatta birbirimizde güvensizlik değil de memnuniyet hissi bile oluşturabiliyoruz.

Nedir peki bu deneyim, sonuç olarak? Bikaç şeydir: Önce, kendimiz olmaya çekindiğimizi düşündürüyor. Psikolog değilim, insanların yeni girdikleri ortamlarda en baştan kendileri gibi olup olmamaları hakkında bilimsel bir değerlendirme sunamam. Ancak sosyal ilişkiler anlamında, farklı değerlere sahip insanların bir arada yaşaması, bir ‘yaşayabilememe’/tahammülsüzlük sorunu filan değil, bizim ‘sanılarımız’, ‘sandı’klarımız üzerinden yaşamamızdan kaynaklanan ve kendimiz olmamakta ısrar edişimizle sarmalanıp karmaşıklaşan, düğüm olan bir durum.

Sonra, birbirimizi tanıma egzersizlerine ihtiyacımız var diye düşündürüyor. Aşırı siyasallaşmış – hatta bence buna biraz da teşne olan – bir toplumsal ortamda yaşayınca, her hali tavrı da bu lensten görmeyi teşmil ediyoruz hayatın her alanına, sanki. Halbuki o kadar da değil! Hepimizin ihtiyacı birbirimize bakınca ortalama bir güven hissedebilmek; tehdit hissetmemek, en azından.

 

“Sosyal alanın zayıflaması, varoluşsal yalnızlığı insani ilişkilerle gidermeyi zorlaştırıyor.”

 

Farklı düşünmekten korkarken, bunu engellemenin imkansızlığının da farkındayız hatta. Halihazırda, farklı düşünürken tehdit hissetmemeyi, bu şekilde davranış geliştirmeyi öğrendiğimiz bir süreçte olduğumuzu da düşünüyorum ve umut veriyor bu, elbette.* Ancak hala çoğunlukla, bildiklerimiz üzerinden değil, sandı’k’larımız üzerinden, bir toz bulutu içinden yaşamaktaki ısrarcı yanımız ağır basıyor gibi geliyor.

 

” ‘Neyi arıyorsan sen osun’ demişti Mevlana. (…) Nereye bakıyorsan sen osun. Nasıl bakıyorsan sen osun. Ve aynı zamanda sen bakamadığın, gözlerini kaçırdığın şeyin de ta kendisisin.”

 

Karşımızdakileri ‘sanma’ değil ‘bilme’ pozisyonundan yaşadığımız hayatlar diliyorum hepimize.

 

 

*Bu sorunun Paris’teki terörist saldırılar sonrasında Avrupa’da/Batı dünyasında da ayyuka çıktığı fikrindeyim. Yani, evet, o kadar da haksızlık etmeyelim nadide toplumumuza; Dünyanın her yerinde böyle toz bulutlu sanılar aleminden yaşama eğilimleri yeşerebiliyor/yeniden gelişebiliyor zaman zaman. Buraya odaklanmalı belki de, ‘bilme’ler üzerinden yaşamaya geçebilmek için.

Konuk Yazar

Yorum Ekle