Konuk Yazar: Esra Karadoğan
Yıllar önce Reçel’e ilk kez yazmak istediğimi fark ettiğimde kendi ismimle yazmak istememiştim. Mahlasımın mahlasını kullandım. Çünkü o kadar güçlü değildim, buraya yazdıklarımın yankı bulacağını biliyordum ve ben de okunsun isteğiyle yazıyordum fakat bir de yargılanmak vardı. Örneklerini görüyordum, insanlar kavga ediyor, açık açık söyleyemese bile arkasından konuşuyor ve ben de tüm bunları görüyordum. Feminist diye etiketlenmek istemiyordum. Ne korkunç. “Evlisin ve feministsin?”, “Kapalısın ve feministsin, öyle mi?” cümleleriyle baş edebilecek gücüm yoktu. Ayrıca yine el alem radarı devreye giriyordu ve el alem feminist olduğumu öğrenince ya kocası ya da babası buna kötü davranmış diyeceklerdi ve ikisini de töhmet altında bırakmak istemiyordum. Sonra bana bir şeyler oldu. Ne zaman, nerede o kırılmayı yaşadım tam olarak bilmiyorum. Öldürülen kadınlar karşısında hissettiğim öfke ve çaresizlik mi, yoksa iyi biri diye bildiğim insanların bile nasıl ayrımcılık yaptığını görmem mi ya da pandemi sonrasında sık sık hissettiğim o, dilimin bağları çözüldü hissi mi bilmiyorum. Hiç kimsenin düşüncesini umursamamaya başladım.
Yaşam biricik ve kıymetli, her anını iyi değerlendirelim iyimserliğinde değilim. Karamsarım çoğu zaman ve bu karamsarlık bana gerçekçilik de kazandırıyor. İçimde yanan bir alev var artık. Eskiden bir kıvılcımdı ve bir anda beni saran aleve dönüşecek diye korkuyordum. Bir anda beni sarmadı, yavaş yavaş yaptı bunu ama iyi oldu. Zümrüdüanka kuşu gibi hissediyorum kendimi. Yanıyorum ve yeniden var oluyorum. Her ölümle kahroluyorum ve kalkıp konuşacak gücü kendimde tekrar buluyorum. Yanıyorum ve bir daha sakin bir şekilde anlatmak istiyorum.
Kadın cinayetleri politiktir dememize kızmış bir kadın kardeşimiz, başka ülkelerde de kadınların öldürüldüğünü ve sayıların bizim ülkemize kıyasla çok daha fazla olduğunu söylüyor. Elinde rakamlarla bir karşılaştırma yapıyor üstelik ve kadın cinayetleri politiktir denmesine tepki gösteriyor. İşin uzmanı olmadan ahkâm kesmek istemem ama hayat beni çoğu kadın gibi yüz yüze getirdi. Boşanmaların nasıl yokuşa sürüldüğünü anlatmak isterim. Kocasından şiddetli dayak yediği halde boşanamayan kadınlardan, boşanmak istediğinde tazminat sebebi haklı olsa bile tazminatların kimsenin anlamadığı bir şekilde kuşa çevrilmesinden. Hâlbuki erkeklik gururu gibi bir kadınlık gururu da var. Ayrıca bir iki gündür erkeklerin nafaka ödememek için attıkları taklaları da okuyoruz. Aslında bunlar her gün önümüze düşen haberlerin bir kısmı ve maalesef aşinayız. Öte yandan bilmediğimiz kısmı var. Psikolojik şiddet, tehdit ile devam eden evlilikler var, ailene seni anlatırım diyenler, kadını sorunlu diye etiketleyenler, kızlarına sahip çıkmayan aileler var. Bizim ülkemizde maalesef ki kol kırılsın yen içinde kalsın kültürü var, evlerimizi nasıl ki misafirler için her zaman hazır ve temiz tutmak istiyoruz, evliliklerimiz de öyle olsun istiyoruz. Pırıl pırıl, sorunsuz. Ama değil ve bazen banyolar kan içinde. Bazen kadınlar dolaba çarptım diyor, bazen kadınlar merdivenlerden yuvarlandım diyor ve biz de inanıyoruz. Buna inanmak çok kolay çünkü. Hepimiz için konforlu. Bunlar hepimizin bildikleri. Değiştirmek, değişmek zaman alacak ama olacak, ben buna inanıyorum.
Peki tüm bunların karşılığında politik anlamda ne yapılıyor? İstanbul Sözleşmesi kaldırılsın deniliyor, maddeleri değiştirilsin isteniyor. Uygulanmıyor! Diyanet çıkıp diyor ki, kocanız size vurmaya kalkarsa çay verirken uygun bir dille neden yaptığını sorun. Burada erkekler için bir akıl yok. Akıl yine kadına veriliyor. Akşam oldu mu kocana çay hazırla hanım deniliyor, akşam oldu çürük gözüne rağmen, ince sesinle, onu rahatsız etmeden sor diyor. Diyanet bu ülkede yemekte tuz olmadığı için dayak yiyen kadınlardan bihaber olabilir mi? Ama bu açıklamaları yapıyor ve sonra kadın cinayetleri politik değil denmemiz bekliyor. Ülkede polise defalarca giden, onu kimin tehdit ettiğini söyleyen kadınlar öldürülüyor. Katil belli ama hiçbir şey yapılmıyor, kadın korumaya alınmıyor…
Kadın cinayetleri politiktir. Kadın cinayetlerinin olduğu, her gün iki kadının ölüm haberini aldığımız böyle bir dönemde politikacılardan bizim yaptıklarımızdan fazlasını yapmalarını bekleriz. Biz tweet atarız, İnstagram’da siyah beyaz fotoğraflarla dünyaya yayılan akımlar başlatırız. Ama politikacıların aksiyon almasını bekleriz, yasaları uygulayacağız demelerini bekleriz. Yasa çalışmalarında kadınların aktif rol almasını, en basitinden “sembolik iki bayan milletvekili” olmayan görüntüler bekleriz. Ama dün önümüze İstanbul Sözleşmesi’ni konuşacak bir heyetin fotoğrafı çıktı. Sadece erkeklerden oluşan bir heyet ve kadın cinayetleri politik değildir öyle mi?
Bu yazının ilk taslağını yazdıktan sonra, son 24 saatte 10 kadın daha öldürüldü. Kimi oğlu tarafından, kimi evlilik teklifini reddettiği için, kimi sadece hedefte olduğu için. Bir gün içerisinde 10 kadın daha öldürüldü. Bu haberlerin altına, kadınların, öldürülen kadınların bir şeyler yaptıkları ve sonuçları altında öldürülmüş olabilecekleri yazdı erkekler. İstanbul Sözleşmesinin maddeleri uygulansaydı o kadınlar güvende olabilirlerdi ama yapmadılar. Göz göre göre sözleşmeyi uygulamıyorlar, görmezden geliyorlar. Soruyorum size, siz hâlâ kadın cinayetleri politik değildir diyebiliyor musunuz? Birkaç gün sonra İstanbul Sözleşmesi konuşulacak. Bunca ölüm arasında kadınları koruyabilecek sözleşmemiz değerlendirilecek.
Ben bu yazıyı düzeltirken Abdurrahman Dilipak, İstanbul Sözleşmesini savunanlara fahişe dedi. Bunu söyleyebiliyor ve insanların onu alkışladıklarını, #fahişe diye trend topic yaptıklarını görüyoruz. Böyle bir zihniyet hâkimken, kadınları korumak üzerine kurulu elinizde hâlihazırda bir sözleşme varken, neden uygulamıyorsunuz?
Pandemi döneminde Twitter’a çok sıkıldığımı yazmıştım ve hiç tanımadığım biri büyük harflerle “Kalk, eşine, çocuklarına börek yap,” yazmıştı, “Ne sıkıntı kalır, ne de tasa.” Trol hesap değildi, gerçekten böyle düşünüyordu ve ben tepki gösterince bayağı şaşırdı, beni engelledi. Anladım ki onun dünyasının normali bu, ama benim değil. Eskiden bu bakış açısını değiştirmekle başlayacak her şey diye düşünürdüm ama bugün geldiğimiz noktada çok daha geride olduğumuzu fark ediyorum. Önce kadınların yaşam hakkını koruma altına alalım. Bunca kadın öldürülürken önceliğimiz bu olsun, maaş eşitsizliği, mobing ve diğerlerini konuşmaya da sıra gelir umarım.
İspanyol bir kadının kızının öldürülmesi ardından söylediklerini seyrettim. Tüylerim diken diken oldu. O videoyla bir daha yandım. Tekrar konuşuyorum. Görüyorsunuz ya başka bir ülkede, aynı dili konuşmadığımız bir kadının acısı da bizim acımız olabiliyor. Ne fark eder? İngiltere’de de kadınlar öldürülüyor, evet, İspanya’da da, tertemiz gözüken Finlandiya’da da. Ama yaptırımlar var, ama üstüne gidiyorlar, ama kadın siyasetçilerin sesini duyuyoruz. Bizde eksik olan kısım bu. Ben kadınların sesini daha çok duymak istiyorum, siyasette, önemli işlerde, hak ettikleri yere geldiklerini görmek istiyorum. Ben kadınları koruyan yasaların uygulanmasını istiyorum. Biz yaşayalım. Sonrası da gelir, eminim.
“Ben kadınları koruyan yasaların uygulanmasını istiyorum. Biz yaşayalım. Sonrası da gelir, eminim.” Bu konuda tamamen sizinle aynı fikirdeyim. Vicdanı olan herkes de ayni fikirde olur, olmalı. Ancak bu, Allah’in ayetlerinin hice sayarak 3. bir cinsiyeti oraya ilistiren bir anlaşmadan doğan yasayla, pozitif ayrımcılık yaparak ehliyeti olan biz kadınları her halükarda haklı ilan eden bir kanunla mı olacak? Buna inanmak mümkün değil. Canini sıkana iftira etme olayları kaçınılmaz olur. Bu yasayla istediğimiz seye ulasmak, hakkı bulmak mumkun değil. Bu sozlesmeyi savunmak müslümanın isi değil. Peygamberimizin veda hutbesinde vasiyeti neyse, İslam hukukunda neyse hüküm, biz müslümanlar onu destekleyen seyleri destekleriz sadece. İslam hukuyla yönetilmiyor olsak da, hukukumuzda olmayan birseye kendi istegimize gore destek veremeyiz. Vesselam
Biz kocaman bir dünyada, diğer pek çok devletle ilişki kurarak yaşıyoruz. Tek başımıza, yalnızca Müslümanlardan oluşan bir gezegende değil. Dolayısıyla, uluslararası sözleşmeler de bu ilişkilerin bir parçası. Türkiye’nin dahil olduğu sayısız uluslararası sözleşme var, o halde tek tek hepsini iptal mi etmeliyiz? İstanbul Sözleşmesi sözleşmeyi okumamış olan sizin ve sizin gibi düşünenlerin iddia ettiği gibi “3. bir cinsiyeti oraya iliştiren bir anlaşma” değildir. Erkek şiddetinden kurtarılmaya çalışılan kadınların ve cinsel kimliği ayırt etmeksizin diğer bütün insanların haklarını savunan bir sözleşmedir. “Canını sıkana iftira etme olayları kaçınılmaz olur” gibi bir değerlendirme ne kadar üzücü, keşke önce işi oraya vardırabilsek! Keşke kadınlar her gün onar onar ölmese de canını sıkana iftira atabilse! Sizin de dediğiniz gibi İslam hukukuyla yönetilmiyoruz, lütfen sapla samanı karıştırmayalım. 2020 yılında tek derdimizin öldürülmemek, dövülmemek, tecavüz edilmemek olması zaten yeterince acı verici!
“Bu sozlesmeyi savunmak müslümanın isi değil.” Yine tekfir olduk vesselam :(
Merhaba.
Cinayete cinsiyet vermeniz dahası politik bir bakış eklemeniz beni oldukça şaşırttı.
Ele aldığınız konunun çözümü kavuşturulması için değil de sanki daha da çıkmaza girmesini isteyen birinin düşüncelerini okumuş gibiyim.
Kadın cinayeti ve kadın cinayetleri politiktir sözlerinin ardı kadınları hak etmedikleri bir konumda önceleyen siyasi bir güç devşirme fikri yatıyor. Yani tamamen politik/siyasi bir tavır.
Yazınız şunu söylüyor;
Ben bir kadın olarak ister yeşil ışık yansın ister kırmızı ışık yansın arabamla ilerlerim siz erkek olarak önünüze arkanıza bakacaksınız. Ben istediğimi yaparım ve kimse/devlet bana sen ne yapıyorsun diyemez. Ben kadınım ve haklıyım.
Şu tekfir meselesine gelince, yazdıklarınız için sizi tekfir edemem ama İslâm’da kadının yeri ve hakları konusunda bilgisiz olduğunuzu söyleyebilirim. Bildiğiniz halde böyle yazmanız cahiliye döneminden kalma bir adeti sürdürüyor olmanız demek.