REÇEL

Evin Meleğini Öldürmeyelim Ama…

Bir yazı mekanının varlığından sevinç duymak her satırına katılmak değil ki. Özgürce konuşulacak yazılacak tartışma alanlarına çok ihtiyacımız var.

   Konuk Yazar: Yıldız Ramazanoğlu 

Ekran Alıntısı rec

 

Reçel bloğunu iyi ki açtınız. Gerçekten soluk aldırdı kadınlara da erkeklere de. Bir yazı mekanının varlığından sevinç duymak her satırına katılmak değil ki. Özgürce konuşulacak yazılacak tartışma alanlarına çok ihtiyacımız var. Yürekten kutluyorum verdiğiniz emekler için.

Vicdani borç dediğimiz şey insan olmanın, şahit olmanın getirdiği bir borç. Hepimiz çağımıza tanıklık etmek zorundayız. Yazının kendisi, doğrudan doğruya aklın ve kalbin tezahür yeri. Yazı, bencilleşme, narsisizm alanı değil. Var olandan, olması gerekene doğru kelimeler yoluyla kötü olanı nasıl aşındırabiliriz, iyi doğru ve güzele doğru nasıl ilerletebiliriz hayatı? İnsan kötülüklere karşı koymak, iyilikleri çoğaltmak güzele güzel çirkine çirkin demek için yazar.

Hepimiz Allah’ın yarattığı Adem’in ve Havva’nın, oğulları ve kızlarıyız. Bu açıdan baktığımız zaman bu dünyaya sonradan unuttuğumuz bir akitleşmeyle geldik. “Kal-u bela”dan gelen bir sorumluluk bu. Öte yandan herkesin içinde bulunduğu dil, din, kültür, hatta zaman bakımından farklı tecrübeleri var. Bu farklılıklardan illa da çatışma üreteceğiz diye bir şey yok. Aynı tecrübelerden geçmemiş olsak da temel bazı insani noktalar var ki; hakikatte, adalette vahyin gösterdiği yolda herkesle buluşabiliriz.

Mesela Müslüman kadınlarla Avrupalı kadınların tecrübesi aynı olmasa bile bir yerde; kadına yönelik statü kaybettirici söylemlerle mücadelede buluşuruz. Biz, Batılı kadınlar gibi bir cadı avı, ontolojik olarak aşağı bir güruh olarak tanımlanmak, mülk sahibi olamamak gibi durumları yaşamadık. İslam tam tersi bütün eşitsizlikleri, ayrıcalıkları, erkek olmaktan, bir kavme mensubiyetten ve daha nice bahaneden gelen üstünlük iddialarını yerle bir etmek ve herkesi takva ve inkişaf imkanında eşitlemek üzere geldi. Peygamberimizin vefatıyla süreç tekrar tersine işlemeye başlayınca saltanat ve hükümranlık eğilimleriyle birlikte kadının konumu da cahiliyeye doğru geri döndü.

Feminist kadınlarla aynı kültür havzalarında yaşıyoruz ve konuşacak paylaşacak çok şey var. Feminizm bir düşünme ve çözümleme biçimi. Kadının şu dünyadaki sorumluluklarını, işlevini, statüsünü sorguluyor, gasp edilen haklarını savunuyor. İnsanlığın ortak birikiminin bir parçası ve günümüz dünyasında herkes başkalarının ürettiklerine ve hakikatine eğilmek zorunda. Biz farklı yaklaşımlara eğilmekten neden bu kadar korkuyoruz, onaylama zorunluluğu yok ki, etiketlemeden, mahkum etmeden sakinlikle ele alarak ortak bir kurtuluş önerecek olgunluğa erişebiliriz. Sadece kendi aramızda dönüp dolaşan herkesi dışarıda bırakan bir İslami söylem kime ne vaat edebilir.

İslam dünyasını epeyce dolaşmış biri olarak diyebilirim ki tavus kuşunun Müslüman olmanın sevinciyle kanatlarını açması gibi bir durum bizimki. Sonra aşağılanan, horlanan, miras hakları verilmeyen, camilerde yer açılmayan, şiddete maruz kalan, ikinci sınıfa itilmiş kadınları, buna yol açan cahili zihniyeti görünce kanatlar düşüyor. Akabe biatlaşmalarında yerini alan kadın nerede, 1500 sene sonra geldiğimiz nokta nerede. Tabii harika örneklikler, peygamberî yaşantılar yaklaşımlar yok değil, İslam dünyasının genelindeki zihniyetten sahadaki gözlemlerimden söz ediyorum.

Angelika’da ‘Sinemacı Kadınlar’ hikâyesinde, Virginia Woolf’un “Yazmak isteyen kadın evin meleğini öldürmeli.” önermesini tartışmaya açmıştım. Evin meleği her şeye yetişmeye çalışır. Aile, toplumsal problemler, komşu, eş yaşlıların bakımı bütün bunlara sarf etmeniz gereken bir ömür… Enerjinizden bir parça, bir lokma koparıp da şu hayata herhangi bir sanatın içinden bakmak; resim yapmak, şiir yazmak, şarkı söylemek, hikâye yazmak bir mesleği icra etmek imkansızdır bu durumda.  

Şimdi biz ailemize kendimizi kapatıp bohem bir hayat içinden yazabilir miyiz? Biz bunu yapamayız, çünkü inançlarımız da kalbimizin sesi de buna elvermez. Peki, evin meleğine teslim mi olalım? Evin meleği de bizi kısa zamanda öldürüp paspasa dönüştürmek istiyor ki herkes basıp geçsin. Ben bunun üzerinde çok düşünmüşümdür. Geldiğim nokta şu; evin meleğini öldüremeyiz, öldürmemeliyiz de. İnsan kalmalıyız çünkü. Fakat…

Evin meleğini öldürmeyelim fakat bizi mahvetmesine, yok etmesine, var oluşumuza kast etmesine de izin vermeyelim. Şu evin meleğini biraz kontrol altına alalım. Evin meleğinden hizmet bekleyip, değerlerin korunmasını, yaşamın sürdürülmesini, insanların bakımını tamamen onun üzerine yıkmaya çalışanlar da ona saygı duymayı, alan açmayı, varoluşuna, yaptıklarına, hedeflerine, tasavvurlarına hayallerine saygı duymayı, gündelik yaşamda bir işin ucundan tutmayı öğrensin. 

Konuk Yazar

3 yorum

  • “İslam tam tersi bütün eşitsizlikleri, ayrıcalıkları, erkek olmaktan, bir kavme mensubiyetten ve daha nice bahaneden gelen üstünlük iddialarını yerle bir etmek ve herkesi takva ve inkişaf imkanında eşitlemek üzere geldi.”
    Bu cümledeki ‘eşitsizlik’ kelimesi dışında yazının bütününü çok faydalı buldum. Bildiğim kadarıyla İslamiyet’te sizin ifadenizle ‘takva ve inkişaf imkanı’nın dışında eşitlik diye bir mesele yoktur. Adalet diye bir mesele vardır. Kadın erkek hak ve sorumluluklar düzeyinde eşitlenmeye çalışılmadığı gibi(takvada eşitlenebilir ancak) çalışılmaması gerektiği de ayetle muhkemdir. (4/NİSÂ-32: Allah’ın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyleri hasretle arzu etmeyiniz. Erkeklerin de kazandıklarından bir payları var, kadınların da kazandıklarından bir payları var. Allah’ın lütfunu isteyiniz. Şüphesiz Allah, her şeyi bilmektedir.)
    Allah bizlere ‘evin meleği’ sorumluluğunu yüklemiyor. Toplumun yüklediği keyfi sorumluluklara ve adaletsizliğe karşı çıkarken feminist diskur ile ortak paydalarımız, ondan faydalandığımız şeyler olsa da Allah’ın hükümleri dışına çıkmamamız gerektiğinin farkında olmamız gerekiyor. Farketmeden ya da bilerek bu sınırların dışına çıktığımızda mesela Allah’ın (toplumun değil) belirlediği hak ve sorumluluklar düzeyinde eşitlik talep ettiğimizde adaleti sağlayamamış, zulmetmiş oluruz. Zannımca eşitlik kendi başına ne ahlaki bir değer, ne de bir kıstastır.

  • […] Birkaç arkadaşımdan annelerinin temizlik yapmaktan bel fıtığı olduğunu duymuştum da epey şaşırmıştım. Benim annem yaylada büyümüş, çelik gibi iskeleti var maşallah. Yorulmak nedir bilmiyor. Benim bu hamaratlık hikayem de biraz ona yetişmek derdiyle ortaya çıkan bir şey sanırım. Henüz çocuk yaşlarda iken sabah sabah bir yandan iş yaparken bir yandan “siz de kadın mısınız” diye söylenen bir kadının sesiyle uyanınca insan ister istemez kadın nasıl olunur diye bir arayışa koyuluyor. Hamaratlığa giden zorlu yolda ilk adımlar… Bu duruma öyle bir saplanıp kalıyorsun ki vücudunun verdiği uyarı sinyallerini umursamıyorsun. Mesela benim bir kas rahatsızlığım var ve yaptığım her işten sonra gelen bitmek tükenmek bilmeyen sırt ağrılarım beni hamarat olmamam gerektiği konusunda bir türlü ikna edemiyor. Çünkü bir dönem yukarıda bahsettiğim kadına ne kadar kadın olduğumu ispat etmek zorundaydım. Bu durumun üstesinden geldiğimde ise o sürekli koşturan ve iş yapan kadın ile dayanışmam, yardımlaşmam gerektiğine dair bir şiar edinmiştim. Aynı evde yaşarken ev işleri için- o ev işlerinin ne olduğu, ne zaman, ne sıklıkla, ne şekilde halledilmesi gerektiğine dair kararlarda tek taraflı bir iradenin söz konusu olduğunu sonra sonra fark etmiş olsam da (bunun detaylarını başka bir yazıya saklıyorum) – tarafların sarf ettiği emeğin eşit olması konusunda hassasım. Yani hamaratlıkta çıraklık dönemini geçmiş, ustalık dönemi ile birlikte hamaratlık dayanışması içerisinde bulmuştum kendimi. Peki ne olacak bu işin sonu? Bu noktada Yıldız ablanın söylediği önemli: “Evin meleğini öldürmeyelim fakat bizi mahvetmesine, yok etmesine, var oluşumuza kast etmesine… […]