REÇEL

Bu Bir 28 Şubat Yazısı Değildir

Çünkü zulümle abad olunamayacağını çok öncelerden biliyoruz…

 
Konuk Yazar: n.
 
 
Bir üniversite dekanı 28 Şubatta kendine zulmedenlerin bugün yaşadıkları hukuksuzluklarla ilgili karşısına geldiğini ve onlara cevaben “eee ne yapalım hocam, biz bu yolları sizden öğrendik” dediğini anlatıyordu övünerek. Kusura bakma hocam sen o dersi yanlış almışsın!..  Biz zorbaları kınarken ileride onlar gibi olmaya değil, hakkımızı almaya ve bir daha hak yedirmemeye azmetmiştik sadece. 
 
Buradan eski günlere bakarsak, 28 Şubat sürecinde kapısında kalmaya alışık olduğumuz kurumların önünde beklerken düşüncelere daldığım çok olurdu. Ama en çok o giremediğim kurumun içindekileri, dışarıda bizi gören, engellenmemize şahit olan arkadaşlarımızın neler konuştuğunu, bizleri konuşup konuşmadıkları gibi şeyleri merak ederdim. Sistem o kadar ikircikli ve zorba ilerliyordu ki, bizleri daha lise kapılarında polis gücüyle engelliyor, tartaklıyor, eğitim ve çalışma hakkımızı herkesin gözü önünde gasp ediyorlardı ama kapısında kaldığım okuldaki arkadaşlarım hiçbir şeyden habersiz gözüküyordu. Belki de bu nedenle hep o kurumların içerisinde biz dışarı atıldıktan sonraki durumu hayal eder dururdum. Aradan yıllar geçti. Siyasal süreçler lehimize değişti. Haklarımızı tazmin edebildiğimiz kadar edip okullara, iş yerlerine geri dönmeye başladık. Bugünse ben değil ama benim benzerim başka insanlar okullarını, işlerini bırakıp gitmek durumunda kaldılar. Üniversitede tasfiyeler yaşanırken –kaderin bir cilvesi olsa gerek- şu kısacık hayatıma iki farklı deneyim gelip oturdu; dün kapısında kaldığım kurumun bugün içindeyim ve gidenleri uğurluyorum.
 
Yine bir 28 Şubat’ta bu yukarıdaki düşünceler zihnimi sarıp sarmalamaya  başladı. Başörtüsü yasakları sürecinde en çok hak ihlalinin, mağduriyetin, zorbalığın, baskının nasıl da insanı ve toplumu bir veba gibi sarıp, içten içe çürüttüğünü, adalet duygumuzun nasıl zedelendiğini görmüştük. Bu da ben ve bir çok arkadaşımı farklı hak ihlallerine empatiyle bakmaya itti. Empati tanışıklığı getirdi. Tanıştıklarımızla belli ölçülerde dayanışıyorduk. Türkiye’nin en netameli konularına, tabularına, yasaklarına, sakıncalılarına, dokunulmazlarına dokunmaktı bu eylemin tam adı. O günler geçti gitti. Bugün geldiğimiz noktada milyonlarca insanı doğrudan etkileyen bir tasfiye ve ikame süreci yaşanıyor ülke genelinde. Bu tasfiyelerin daha önce kapısında beklediğim, bugün içeriden baktığım üniversite kurumuna yansıması ise çok daha vahim. Çünkü düşünce ve ifade özgürlüğünün teorisini, hukukunu, siyasetini, sosyolojisini, psikolojisini velhasıl mutfağını yapan bir kurum olarak üniversite kendi ifade özgürlüğünün zorbaca elinden alındığı, insanların salt düşüncelerini açıkladıkları için ihraç edildiği bir kurum haline geldi. Kim böyle bir kurumda kendini ifade edebilir ki artık?…
 
Bu arada bir üniversite/akademi kutsallaştırması içine girmeyeceğim. Türkiye’de üniversitelere vurulan ilk darbe değil bu. YÖK’ün, atanan rektörlerin, kayırılan bölüm başkanlarının, şaibeli listelerle yapılan alımların gerçekleştiği kurumlar buralar. Her şeye rağmen üniversiteler her filizlenen düşünce eyleminde kısırlaştırılacak müdahalelerle anılınca, düşünce hayatımıza kökten bir zincir vurmak anlamına geliyor tüm bu negatif müdahaleler. İhraç edilen akademisyenlere baktığımızda, bulundukları üniversitelerde Türkiye’nin kangren olmuş bir yarası olan Kürt sorunuyla ilgili fikir beyan eden kişiler olduklarını görüyoruz. İsnat edilen hiçbir suç olmaksızın işlerinden, okullarından, öğrencilerinden ayrılıp, maaşının kesilmesiyle terbiye edilmeye çalışıyorlar. 
 
Öte yandan biz içeridekiler… Bu defa biz içerdeyiz ama açıkçası kapıdan bakıp kurduğum hayallere hiç benzemiyor içeride olanlar. Okullara bir ölüm sessizliği hakim oldu elbette. Sadece muhalif olanlar değil, tüm bu olup bitenden, bu kıyımdan yana olanlar da “acaba konuşurken zülf-i yâre dokunur muyum”, “yanlış anlaşılıp başıma iş açılır mı” gibi süfli kaygılara düştükleri için kimseden ses çıkmıyor… Bunun dışında herkes her şeyi kanıksamış gibi gözüküyor. Başta yazmıştım ya dışarıda olunca insanın sistemin ikircikliliğini görememesine hayret ediyordum. Şimdi 28 Şubat sürecinde kapıda kalan bir kesime bakıyorum da bunu hiç yaşamamışlar gibi bugün kapıda kalanlar için üretilen gerekçeleri tekrarlıyorlar. “Onlar da teröre yandaşlık etmeseydi.” “Onlar da imza atmasaydı.” “Onlar da filanca gazetede, filanca dergide yazmasaydı.” Hannah Arendt’in bahsettiği kötülüğün sıradanlığı bu olsa gerek… 
 
Evet 28 Şubat kararları ardından çok ciddi bir süreç yaşandı bu ülkede. Tam anlamıyla bir kıyımdı o. Bugün de bir kıyım yaşanıyor. O gün kınadığımız iktidar sahibi zorbalara öykünme günü değil bugün. Çünkü zulümle abad olunamayacağını çok öncelerden biliyoruz…

Konuk Yazar

1 Yorum

  • Kaleminize saglik. yine ozgur degiliz. dun bize ortusuzlugu dayatanlar vardi bu gun tam tersini, yarin baska biseyi….muktedirler zayifin tek bi damla da olsa kani, onu icmeye tamahkarlar. Mesela bir video dolasiyor bu gunlerde sosyal medyada: zavalli bir cocugun ekmek teknesini aliyorlar elinden, topluca saldirip tipki bir surunun icinden yavru kapiliyor kapan tek basina bir canavar digerleri suru yuzlerce fert ..Gariban ekmegini copten cikarmaya calisiyor, kani degil bir damla bir katre ama zalim ona da tamah ediyor. bu goruntuyu gorunce vicdanimiz sizlamiyorsa bu zalimlige ofkeniz yukselmiyorsa tum varliginizla lanetlemiyorsaniz,ilenmiyorsaniz mesela ‘bir yusuf masalinda”ki gibi topluca. bisey yapmak icin kilinizi kipratmak akliniza gelmiyorsa bosverin. dun basortu uzerinden zulme maruz kaldik sayiklamasi icerisindeyseniz hala yine bosverin. Kaldi ki tasfiye edilen binlere yuzbinler ile bir empati kurmak poh…! ama siramizi savdik bitti demeyin sakIn biraz daha semirin zulmedilme sirasi donup dolasip size gelene kadar…Oysa ki aslan fareyi affetmisti yemeye tamah etmemisti hikaye de.