Konuk Yazar: Edibenur Üner
Müslüman yoğunluğa sahip her ülkede olduğu gibi ülkemizde de Coca Cola’nın artık gelenekselleşmiş Ramazan reklamı yayınlandı. Bu sene siyasi atmosferle de paralel olarak milli birliğe vurgu yapan kodlara sahip bu reklamda toplumun her kesimini temsilen birer ev yemek yapıyor ve oturdukları apartmanın çatısında ortak bir iftar sofrası kuruyorlar. Nedense bu reklam sosyal medyada çokça tepki çekiyor. Yapılan yorumların çoğuysa bu iftar sofrasına oturan başörtülü kadın ve saçı mavili-pembeli boyalı kadın ikilemi üzerinden. Reklamın kendisinden ziyade, reklama gelen tepkiler daha bir bizi anlatıyor gibi.
Reklam kimine çok samimiyetsiz, kimine çok gerçek dışı gelmiş, kimisine göre de tam Türkiye’yi yansıtıyor. Kola gibi bir içecek üreten kapitalizm devi bir markanın Ramazan reklamı yapmasındaki samimiyeti tartışmayacağım. Tüketim kültürü, kapitalizm, oruç, Ramazan gibi anahtar kelimeleri aynı cümleye dizdiğimde kendini açıklayan bir tablo çıkıyor ortaya. Gerçekçiliğine gelecek olursak, benim için en az günlük hayatım kadar sürreal.
Mahalle arasında bir apartmana değil de, en azından Boğaziçi Üniversitesi’nin bir kampüsüne giderseniz başörtülü kadın ve rengarenk saçlı kadının arasında kapıdaki o garip karşılaşma olmadan, aynı mutfakta aynı yemeği beraberce hazırladıklarına şahit olabilirsiniz. Yine de bu durum, reklamın toplumun büyük bir kesiminin gerçekliğini yansıtmıyor oluşunu değiştirmiyor. Doğası gereği çeşitlilik barındıran bir üniversite kampüsünün ne kadar kısıtlı bir alan olduğunun farkında olarak ve ilk elden tecrübelerimin de katkısıyla reklamın gerçekçi bulunmayışını anlayarak yazıyorum. Değişmesini temenni ettiğim şey de tam olarak bu.
Türkiye gerçekten de çok renkli, çok sesli bir ülke olabilir ancak sadece zorunlu olarak aynı coğrafyada var olmak düşündüğümüz kadar da övünülecek bir şey değil. Romantize etmeyi sevdiğimiz kadar barış ve huzur içinde yaşamadık yüzyıllardır bu topraklarda. Her Ramazan çatıda iftar sofrası kurup tatlı tatlı sohbet etmedik, her mahallede yapmadık bunu, başka şeylerle meşguldük çünkü.
Birbirimizden habersiziz, aynı ülkede yaşıyor olmak doğru temsil kaynaklarına ulaşmak anlamına bile gelmiyor. Medyada gördüğüm en yakın başörtülü figürünün zengin bir ailenin köyden göçmüş orta yaşlı temizlikçisi ya da bir propaganda malzemesi olduğu bir zamanda büyüdüm ben ve bu durum hâlâ da pek farklı değil. Çevremde gördüğüm açık fikirli, entelektüel, yaratıcı kadınlardan hiçbirine benzemiyordu bu tiplemeler. Böyle bir temsil geleneğinden geldiğini düşünürsek, reklamdaki başörtülü karakterin tipik olarak marjinal insanlarla aynı sofraya olay yaratmadan oturmasına daha çok var. O atlayışı birden yapamıyoruz ama en azından alternatiflerin farkında olarak başlayabiliriz işe.
Kendi renkli saçlarımı bir kenara bırakırsam “taraf”ların başörtülüsü olarak şimdi renkli saçlı arkadaşımla aynı mutfağa giriyorum ancak bu her zaman böyle değildi, ne de kendiliğinden var oldu. Her zaman böyle değildi derken şu veya bu iktidarın döneminden, ülkenin tarihinden bahsetmiyorum, yalnızca kendi tarihçelerimiz söz konusu. Bu, ilk karşılaştığımız zamandan beri sürekli karşılıklı olarak sarf edilmiş bir eforun, zihinlerimizi konfor alanından çıkarmaya çalışmanın, bize zor geleni dinlemeye çabalamanın, beynimizi farklı bağlantılar kurmaya zorlamanın ve en önemlisi de usanmadan anlatmanın bir sonucu. Karşıdakini zaten tanıdığımızı düşünmeden, sadece onu dinleyerek çizdiğimiz bir portre bu. Ve bu çabayı gösterdiğinizde “benim de şöyle arkadaşım var, gayet medeni bir şekilde selamlaşıyoruz, olaysız dağılıyoruz” klişesinden öteye giderek gerçek bir diyalog başlatmış oluyorsunuz. Arkadaşlığınız çevrenizde şaşkınlıkla karşılandıkça insanlara birbirinizi anlatmaya çabalıyorsunuz. İki farklı kesimin yan yana gelmesinin gerçek dışı bulunmadığı bir gerçeklik de böylece yavaş yavaş meydana geliyor.
Bu denklemin her iki ucunda duran herkese seslenmek istiyorum: Fazlası var. Toleranstan, aman birbirine dokunmadan yaşamaya çalışmaktan fazlası var, öğrenebileceklerinizin sınırı ise yok. Her gün renk renk başörtülerim ve renk renk saçlı arkadaşlarımla sebep olduğum manzaralarla bazı sınırları bulanıklaştırıyorum, çünkü bu sınırlar da haritalar gibi yalnızca kurgusal. Çünkü okumaya geldiğime inanıyorum ve sonuna kadar da okuyacağım, yalnızca kapağına bakıp kendimce yanlış kitap olduğuna hükmetmeden, öğrenmeyi reddetmeden. Öğrendiklerimizin, kurduğumuz dostlukların, birlikte yarattığımız özgürce nefes alabildiğimiz alanların değerini ölçebilecek hiçbir şey, bu ilişkileri kodlayabilecek ve üzerinde hak iddia edebilecek hiçbir sistem yok.
Biz bağlantı kurmak istediğimiz sürece ülkenin karmakarışık tarihi veya durumu ne bir engel ne de bir destek, demografiklerse yalnızca birer rakamdan ibaret. Belki de tanışıp kaynaşalım diye ayrılmıştık, ama yanlış anladık. Yazılacak ilk şey kişisel tarihçelerimiz ve yazmaya hemen bugün, yakınımızdaki ilk insandan başlayabiliriz.
Başörtülüyle mavi saçlının aynı kişi olabileceğine, bir insanın hem Radiohead dinleyip hem de Ramazanda oruç tutabileceğine, şu ve bu kesimden insanların dost olabileceğine ihtimal verdiğimizde hepimiz rahat bir nefes alacağız. Bu yüzden “memleket apartmanı” metaforuna tepkilerin yağmadığı bir tablo hak ettiğimiz değilse de ihtiyacımız olan tablo bana kalırsa. Bir gün birlikte, ön yargı falan kırmadan, sade var olmanın tadı çok başka olsa gerek.
Ben bir Japonum, İstanbul’da 21senedir oturuyorum.
Bu Edibe hnmın gayet mantıkla yazılmış makaleyi çok beğendim.
Edibe hnmın sakinliği burada ki şikayetçi olan insanların karşısında çare bulmak için ışık gibi geldi. Öncelikle teşekkür ediyorum Edibe hnma.
Bu yazı Türkiye’de ki komik ama büyük probleme yolu açan bir durumunun temelinde ne yatıyor, bunu aydınlatmış oldu.
Coca-cola reklamını hiç görmedim(tvsiz yaşıyorum) ilk defa duydum ama şaşırmadım.
İnsanlar bu tür tartışmaya girerler. Hatta sürekli yaşanan durumu olup, insanların bölünmesine sebep vermektedir.
Japonya’da insanların kaçındığı iki konu vardır, biri din diğeri de siyaset. Umarım burada ki insanlar da bu hassasiyeti kazanırlar(tabii ben burada ki insanların açık sözlü ve sıcak kanlı olmalarını severim ama başkasının kalbini kılmasınlar, tamir oldukça zor olur)!
Son zamanlarda yayılan sokak röportajları bize yanyana durmanın zor olmadığını bol bol gösterdi. Ezberlerimiz bozuluyor, umarım yerlerine yenileri konmadan yolumuza devam ederiz. Benim de içinde bulunmaktan mutluluk duyduğum genç nüfus bence rahat bir nefes aldırdı bu topluma. Kimse ‘öteki’ olana nefret beslemekle enerjisini harcamak istemiyor artık. Hem siyasette hem sosyal hayatta normalleşme(hatta sakinleşme) umuyor insanlar. Hepimiz rahat bir nefes alalım umudundayız.