REÇEL

Başka Bir Yer

Bir gün yorgunlukla çöktüğüm yerde, kendime nereye koştuğumu soruyorum, nereye ve neden yetişmeye çalıştığımı. Uzun süre bir ses, bir yanıt gelmiyor.

Konuk Yazar: Zerka Selvi

Bir taş atıyorum zihnimin sularına, bir kelime; reçel. Bakmak için suyun dalgalarına, o dalgaların nerelere gideceğine. İlkin, hemencecik bir mutfak beliriyor, yıllar içinde görüntüsü benimle birlikte değişen, dönüşen. Bir zamanlar kapısından içeriye adım atmak istemediğim, benim için sıkılmanın, durmanın, kalmanın, monotonluğun mekânı olan mutfak. Yapmam gereken önemli işlerin arasında mecburiyetten uğradığım, özgür olamadığım bir mekân. Sessiz, renksiz, görünmeyen bir yer. O zamanlar benim yapmam gereken daha önemli işler, olmam gereken daha gürültülü yerler var. Durmak değil koşmak istiyorum, hep yetişmem gereken bir yerlere. Nadiren durduğumda bile yaptıklarımı, yapacaklarımı ve yapamadıklarımı düşündüğüm bir tempodayım. Bir gün yorgunlukla çöktüğüm yerde, kendime nereye koştuğumu soruyorum, nereye ve neden yetişmeye çalıştığımı. Uzun süre bir ses, bir yanıt gelmiyor. Çok derinlerde bir yerde belki, oradan çıkıp bana ulaşamıyor, ya da tam tersi, gözümün önünde durduğundan göremiyorum cevabı. Sormaya devam ediyorum, bakmaya, oturup gölün kenarına bir taş atıp dalgalarını izlemeye.

Zaman içinde, yetişmeye çalıştığım yerlerin de bütünüyle benim seçimlerim olmadığını, önemsiz işlerin toplamı bir yaşamım olmasın, herkes gibi o sessiz, renksiz, sıradan mekânda kendi başıma kalmayayım diye uğraşırken, önemlinin, sıradanın ne olduğunu aslında hiç sorgulamadığımı fark ediyorum. Herkes gibi olmamak için verdiğim mücadelenin temelleri yine bir çoğunluk tarafından kabul edilmişlere dayanıyor: evde olursan herkes gibi olursun, dışarıda çalışmazsan aslında yoksun, çalışırken de hep daha fazlasını yapmadığın sürece kalabalıkta yok olursun.

Bütün bu sesleri bir kenara bırakıp yorgunluğumun beni yavaşlamaya, durmaya, bakmaya çağıran sesinin peşinden yavaş adımlarla yürüyorum. Orada, şehirden uzaklaşıp çekildiğim doğada, bir ucu ormana, diğer ucu kırlara bakan evde, sessizliğin içinde, ne kadına ev dışında bir yaşam alanı tanımayan ne de onu eve, işe, çocuklarına, her şeye yetişmek zorunda bırakan, işleri önemli-önemsiz, yaşamları sıradan-sıradışı diye ayırmayan sessiz, sonsuz bir dil buluyorum.

Orada bir kozanın içinde duruyorum. Kozamın içindeki sessizlikte cevabını büyüten bir soru; benden beklenenleri sorgulamadan gerçekleştirmeye çalışırken, başkalarının beklentilerini benim doğrularım sanacak kadar kendimden uzaklaşmışken, nasıl özgür olabilirim?

Orada eve, mutfağa, kendime ve yaşama yeniden, uzun uzun bakıyorum. Bahçesindeki ağaçlarda olgunlaşıp taşan meyveleri toplayan bir kadın, toprağa uzanıp göğe bakan bir çocuk görüyorum. Çocuk ve kadın ellerinde sepetlerle evlerine yürüyor sonra, hafif bir rüzgârla salınan otların arasından geçerek. Eve gelince çocuk, çok eskilerden bir ninniyle uykuya dalıyor, kadın yıkadığı meyveleri tencerede kaynatıyor.

Çiçekli, masallı, ahenkli, şifalı, eşsiz bir yer artık gördüğüm.

Konuk Yazar

Yorum Ekle