REÇEL

Ferrarisini Satan Bilge

Hangi sınıfsal ve kültürel aidiyetin içinde bulunursak bulunalım bir yönümüzle hep eksik, kusurlu ve suçluyuz.

Konuk Yazar: bırakın ulen kızı!

ferrari

Yazmak beni epey rahatlatan bir eylem ama pek vakit ayırdığımı söyleyemem. Bu yüzden nadiren gelen yazma hevesi sonucunda ortaya çıkanlara sizler de şahit olun istedim. Çünkü kendi öznelliğimizde yaşadığımız her hikayenin az ya da çok benzerlerini ötekimiz de deneyimliyoruz ve toplumsal serencamımız böyle böyle gün yüzüne çıkıyor. İşte bu yazının ana teması olacak ‘kusurlu olma’ hali de bu memlekette yaşayan her kadının hissettiği bir ağrı… Hangi sınıfsal ve kültürel aidiyetin içinde bulunursak bulunalım bir yönümüzle hep eksik, kusurlu ve suçluyuz. Mantığımız öyle olmadığını söylüyor bize ama bilinçaltımız öyle derine kazımış ki ne kadar uğraşırsak uğraşalım ‘kalıyor bu yaşamak suçu üzerimizde’…

Öncelikle bütün kadınlar olarak ‘ortak kusurumuz’un erkek olmamamız olduğunu bilelim. Erkek değiliz ve erkekliğe atfedilen alanın sınırlarını zorluyoruz. Ne yapıyoruz mesela, bize biçilen kadınlık rolleriyle yetinmiyoruz, toplumsal hayatta aktif ve üretici bir biçimde söz söylemek, eylemek istiyoruz. Okuyoruz –Allah için iyi de beceriyoruz bunu-, meslek sahibi oluyoruz, annemize benzemiyoruz, anneliği kadına bahşedilen en harika rollerden biri olarak görüyoruz ama bununla yetinmiyoruz. Elinden tutulup karşıya geçirilmesi gereken ürkek bir çocuk ya da yaşlı gibi davranmıyoruz, kendi işimizi kendimiz halletmeye çalışıyoruz, güçlü kanatları altında huzur bulacağımız bir hâmiye ihtiyacımız olmadan da var olabiliyoruz. Dolayısıyla erkeklik saltanatına doğrudan göz koyan hain isyancılar gibiyiz, suçluyuz. 

Ama benim ele alacağım kusurluluk halleri erkekler dünyasının fethiyle ilgili olmayacak. Eğitimli, çalışan, kendi ayakları üzerinde duran kadın figürü öylesine çok konuşuldu ki artık lehinde ve aleyhinde yazılan her yazı denemesi çiçeğe haddinden fazla su vermek gibi meselenin çürümesine neden olmaya başladı. O bir kenarda dursun.  Bana kalırsa içine doğduğumuz bu yüzden de bilinç alanına yeterince çıkaramadığımız çok daha sinsi bir düşman var içimizde… Hem bu düşman sadece modern zamanlara özgü bir mesele de değil, her dönemde farklı farklı kılıklara bürünüp çıkıyor karşımıza: “Kadın dediğin güzeldir, kadın dediğin güzel olmalıdır.”

Görünüşte makul ve masum görünen bu önerme bizatihi kötülük taşımaz içinde ancak güzellik dediğiniz kavramın sınırlarını homojen, katı, değişmez ve genel geçer bir biçimde belirlemeye kalktığınız zaman kadınları büyük bir kaygı batağının içine sürüklemiş olursunuz: Yeterince güzel olamama kusuru içten içe canınızı yakar, diğer taraftan sizi çabalamanız ve bu eksikliği gidermeniz için dürter ve siz artık sonu gelmez bir maraton koşusuna başlamış bulursunuz kendinizi… Güzellik meselesi bir yönüyle erkekler dünyasının da canını yakar tabi fakat günümüzde devasa bir endüstrinin kimi esas kurban olarak seçtiğini söylemeye gerek yok herhalde. Basit bir internet taramasıyla video kanallarında milyonlarca profesyonel makyaj videosuna rastlayabilirsiniz. Genel olarak makyaj olayının temel mantığı  yüzünüzdeki avantajlı bölgeleri kullanmak, dezavantajlı bölgeleri ise gizlemek suretiyle sizi güzelleştirdiğini iddia etmesidir zaten fakat profesyonel makyaj bununla yetinmez sizi bambaşka bir surete kavuşturmayı vadeder. Adeta bir sanat eseri işler gibi saatlerce süren ince nakış ve boyama işçiliğinin sonunda kendinizi tanıyamayacak hale gelme pahasına yaşadığınız muazzam değişim sizi bütün kusurlarınızdan kurtarmıştır. Bu formül dermansız derdimize öyle şifalı bir ilaç sunmuş olmalı ki bugün kadınların çoğu gündelik hayatlarının büyük bir bölümünde bu şekilde görünmeyi tercih ediyor. Bunun sonucunda da ortaya aynı bakışlara, jestlere, ifadelere sahip olan tek tip bir güzel kadın imajı çıkıyor. Romanlarda bahsi geçen aşk hikayelerinin beni en çok etkileyen tarafı erkek karakterin sevdiği kadının tasvirini yaptığı bölümlerdir. Sadece kaşı, gözü, dudaklarını değil; göz kırpışını, ağzını açıp kapatışını, gülümsediği, utandığı, kızdığı zaman yüzünün hareketlerini betimleyişini okurken hayalinizde harikulade güzel bir kadın canlanır. Hakikaten kadın güzel midir bilinmez ama seven ve güzel bakan birine sevdiğinin estetik kurallarına uygun olmayışını söylemeniz pek bir şey değiştirmez. Günümüzde ise karısını makyajsız gördüğü ilk anda boşanmaya karar veren adamın ya da karısının evlenmeden önce bir dizi estetik ameliyat geçirip güzelleştiğini çocukları olduktan sonra fark eden talihsiz kocanın haberlerine rastlarsınız. Peki bu kadınlar delirmişler midir, neden böyle davranırlar? Kusursuz bir güzelliğe sahip olmanın bu denli yüceltildiği bir ortamda başka şansları/seçenekleri yokmuş gibi hissederler de ondan… Seneler önce evlenmeyi epey kafaya takmış bir arkadaşım o sıralar görüştüğü kızla çok iyi anlaştıklarını, boyu beş cm falan uzun olsa evlenmeyi düşüneceğini söylemişti. Ona evliliğe bu şekilde bakmasının çok saçma olduğunu söylediğimde ise fiziksel güzelliğin önemli olduğunu, eşini (helalini) seçerken güzel olmasını istemesinin gayet doğal bir talep olacağını söylemişti. Ne diyebilirdim ki, ‘mübahtır o zaman hakkımdır’ diyor adam, hayırlı mübarek olsun o zaman… Öte yandan gözlemlerime göre pek çok kadın da ‘erkekler böyle, yapacak bi şey yok’ diyerek bu akıl tutulmasına gönülsüzce de olsa katılmış durumda… Görünüşe bakılırsa biyolojik hayatta olmasa bile ilişkiler dünyasında tam anlamıyla bir ‘struggle for existence, survival of the fittest’ hakim yani çirkin olanın canı çıksın. :)

Aslında kadınların güzelleşme merakını erkekler dünyasının bir zorlaması olarak görmek epey eksik bir okuma olur. Bazen sokakta yan yana geçen iki kadının birbirine bakışı örtük bir rekabetin ipuçlarını sezdirir bize… Ne giymiş, ayakkabısı ne marka, hiç yakışmamış, çok yakışmış ama bunu fark etmek sinirlerimi bozuyor, yanındakine de bak, instagrama attığı fotoğrafı gördün mü? vs. vs. beş dakikada beş yüz ruh haline girilir. Bu hesaplar dünyası bizim sınırlı enerjimizden ne kadarını çalıyor, dünyayı topyekün daha güzel bir hale getirmeye yönelik potansiyellerimizi fark edebilmemize ne denli imkan tanıyor, sanırım bunları düşünebilmek hayatı anlamlandırmak ve yaşamak konusunda ne kadar müsrif davrandığımızı anlamamıza yardımcı olacaktır.

Hikayemi sona sakladım: Uzun yıllar önce geçirdiği bir kazanın izlerini üzerinde taşıyan biri olarak yakın zamanda estetik bir operasyon geçirip geçirmeme üzerine derin ve sancılı bir karar verme süreci yaşıyordum. Bir taraftan kendi içimi yokluyor, sesimi duymaya çalışıyor, diğer taraftan konuyu yakınlarımla istişare ediyor, öte taraftan da profesyonel destek alıyordum. Bu konuşmalardan birini yaptığım psikoloji eğitimi almış bir (erkek) arkadaşım bana muhakkak ameliyat olmam gerektiğini söylerken gerekçe olarak “Kim bir Ferrari sahibi olmak varken yaya gezmek ister ki” dedi. O zaman tokat yemişe dönmüş olsam da bugünden bakınca meseleyi büyütmüyorum, onun gibi düşünen epey kalabalık bir erkek kitlesinin düşüncesini sesli olarak dillendirme cesareti/cüreti –artık ne derseniz deyin- gösterebildi sadece… Bir insanın estetik ameliyat olma tercihini yadırgıyor ya da reddediyor da değilim. Ancak bu karar meşruiyetini kişisel bir seçimden ziyade ‘ben kusurluyum, kusurlarımdan kurtulmadıkça kabul göremem, sevilemem’ gibi bir önermeden alıyorsa o zaman büyük bir hatanın eşiğinde duruluyordur. Gerçi bunun ayırdına varabilmek o kadar da basit değildir, kolayca açığa çıkarmaz kendini… İnsan ancak ve ancak kendisiyle yüzleşebilme cesareti gösterdiği, biricik varlığını değerli ve değersiz hissettiren şeyleri itiraf edebildiği, toplumsal kabullerin, beğenilerin bu değeri ne ölçüde belirlediğini tartabildiği zaman, işte o zaman Ferrari’sini Satan Bilge olma yoluna çıkmış olur. Ama benim hikayem burada bitmez, Ferrari’sinden vazgeçen bilge en az 5 beş Ferrari daha satın alacak şekilde hikayesini pazarlamış biridir sonuçta… Benim niyetimde bir şeyin karşısına bir şey koymak yok, o çok yanlış benim vardığım sonuç çok doğru diyecek değilim. Sadece ben yola devam ettikçe gördüm ki önemli olan ne Ferrari’yi satmak, ne de Ferrari sahibi olmak; asıl mesele ‘emanete sahip çıkma’ meselesi: “Sana bahsedilmiş hayatı başkalarının doğrularına, önceliklerine, vizyonlarına göre değil inandığın gibi yaşama ve kendini güzelleştirecek vasıtaları tayin edebilme cesaretini gösterebilme” becerisidir aslolan… Ve insana yani bana kusur olarak bu yeter.

 

Not1: Bu yazıyı yazmak uzun zamandır aklımdaydı. Hatta ‘Kusurlu Kadınlar Blogu’ adlı bir blogla dileyen herkesin kendi kusuruyla birlikte misafir olacağı bir platform kurma niyetim vardı. Maalesef iflah olmaz bir üşengeç olduğum için artık bunu yapamayacağımı kendime itiraf ediyorum. Bundan gayrı Reçel Blog okuyucularının mir’i malıdır, dileyen istediği gibi alsın, işlesin. :) 

Not 2: Bu bir kişisel gelişim ve olumlama yazısı değildir. Dikkat ederseniz yazı boyunca önemli olan ‘iç güzelliği’ gibi bir cümle kurmadım. :) Hem güzellik göreceli de değildir zaten, mutlaktır: ‘Biz insanı en güzel biçimde yarattık.’ (Tin Suresi, 4. Ayet) Sadakallahul azim.

Konuk Yazar

Yorum Ekle