REÇEL

28 Şubat Davası 190. Klasörden 2. Sayfaya Dair

Çünkü orada değildiniz, gelmediniz. Gelseydiniz, “destek veriyor” dediklerinizin orada olmadığını görürdünüz.

Konuk  Yazar: F.H.

Bu bir defter kapatma yazısı.

Hep yarım, aklının bir tarafı bitmeyen işte gibi yaşamaklıktan azat olmak üzere yazılıyor. İçinde derinlerden derin bir kırgınlık, şaşkınlıktan hayal kırıklığına, hayal kırıklığından kızgınlığa, kızgınlıktan “benden uzak olun artık” duygusuna ulaşan pek çok şeyi barındırıyor.

Dava bitti. Bundan sonra itirazlar edilse de davanın sonuçlandığı kayıtlara geçti. E-Devlet hesabımdan baktığımda 28 Şubat Davası için artık kayıtlarda “Gerekçeli Karar Yazıldı” ibaresi var. 3833 sayfalık karara hukuki olarak çok sayıda itiraz, vicdani olarak işleyişine karşı da sessizliğe gömen bir şaşkınlık var…

5 sene süren bu dava kaç kişinin gündemindeydi bilmiyorum fakat kendimi fazlasıyla yalnız hissettiğim doğru. Davaya müdahil olabilen, “katılan” olarak dâhil olabilen çok az sayıda kadındık. Elimizde resmi belgeler olması gerekiyordu. O belgelerden de çok az sayıda kadın öğrencinin elinde vardı. Bana nasıl olduysa açık açık başörtümle sınava girdiğim için sınavımın yok sayıldığını bildiren bir dilekçe cevabı yazılmıştı da onunla katılan sıfatını alabildim. Benden sonra aynı şeyleri yaşayanlarsa dilekçelerinin cevaplarında -arkadaşlarım ve kız kardeşim örneğin- “kurallara uymamak” gibi genel bir ifade ile karşılaştılar ki bu mahkemelere sunulunca kabul görmedi. Yani mahkemeye katılan olabilirken yıllarımızın değil, o tek seferlik atılışın, yok sayılışın adı geçiyordu. Diğerleri ise oralarda bir yerlerde, zamanların birinde yaşamışlardı işte. Belgesi yoktu!

Mahkemeye başvuru yapmamın tek sebebi vardı. Yıllar süren, binlerce kadının hayatına değen bu insan hakları ihlalinin resmi kayıtlarda yer bulması. Sicillerimize, aldığımız cezaların sebeplerine, dikkatle “kılık kıyafet yönetmeliği” ibaresini yazmayan, elimizden aldıklarını asla ispatlayamayacağımız şekilde bizi orta yerde bırakan bir uygulamanın küçük, az, azdan da az bir kısmı mahkeme tutanaklarına girsin, arşivlere konsun istemiştim. Sanki resmi kayıtlara geçince, yazılı olunca bundan sonrası için eli kuvvetlenir benden sonrakilerin diye düşünmüştüm. Kötü bir rüya görmüşüz de onu anlatıyormuşuz gibi “he he, hep aynı şeyler, mağdur edebiyatı, hep siz mağdursunuz zaten” moduyla yaşadıklarımızı dinleyenlerin gözlerine bakılabilir, somut bir şey veriyormuşum gibi gelmişti. Bu sebeple verdiğim ifadelerde yasak dolayısı ile yaşadıklarımın belgelendirebildiğim kısmı yanında hep kız kardeşimden, ailemden ve arkadaşlarımdan bahsetmeye özen gösterdim. Onların acılarına karşılık hiç olmazsa tek cümle bulunsun dosyalarda…

İşte 5 senenin sonundayız artık.

İtirazlar sürse de bir karar açıklandı.

Yaşadıklarımız insan hakları ihlaliydi.

Artık mahkeme arşivlerinde somut hak ihlali örnekleri var.

Mahkeme arşivlerinin şöyle bir de tarafı olacak elbette, konuyla ilgili sayılara erişim. Barış gazeteciliği çalışan biri olarak, insanların sayılarla ifade edilmesi ve indirgenmesinin sakıncalarının farkındayım elbette. Fakat mahkemenin ilk duruşmalarında nasıl da hiç bilinmediğimizi fark etmenin sarsıcılığını da unutamayacağım.

YAŞ kararlarıyla kaç asker atılmış sayıları vardı,

Kaç tank yürütülmüş sayıları vardı,

Kaç öğretmen fişlenmiş sayıları vardı,

Kaç memur atılmış sayıları vardı,

Kaç toplantıda kaç karar alınmış sayıları vardı

Ama başörtüsü yasağı yüzünden kaç kadın öğrenci zarar gördü?

İşte o sayı yoktu…

Mahkemenin 5. senesinde, onca zaman yapılan araştırmalar, insan hakları derneklerinden alınan verilerle, yasağın uygulanmaya başlandığı ilk senenin sayısına ulaşılabildi: 60 bin kadın.

Sadece ilk sene 60 bin kadın!

Sonra ne oldu bu kadınlara? Nerelerde neler yaptılar, sonraki senelerde kaç kadın daha eklendi onlara? Bilmiyoruz. Bizi tek tek ikna odalarına alacak kadar detaylı “başörtülü öğrenci” listesi çıkartabilen üniversitelerde yasakla ilgili hiç kayıt yok! Yasağın uygulanmaya başladığı zamanlarda gazetelerden öğrendiğimize göre “pilot bölge” seçildiği söylenen İstanbul, Van, Konya’dan da bahseden yok. Oralarda neler yaşandı, o uzun listeler nerelerde şimdi?

Sessiz, her yer çok sessiz, her yer çok kuytu.

Tüm mahkeme sürecinde de öyle. İnsan hakları ihlalleri ile ilgilenen pek çok kurum veya kişi bu davaya dair suskundu. Çünkü bu davayı muhalif oldukları bir siyasal iktidarla eşitlemekteydiler. Bizim yani açık açık hakları gasp edilmiş insanların 5 sene mahkemelere gidip gelmesi hiç önemli değildi. Genel parantez yetiyordu!

Ben bu sürecin Konya ve İstanbul ayağını yakından biliyorum. Benim şahitliğim bu iki şehre dair. Elimdeki belge adımı kayıtlara geçirdi ama bu şehirlerde hayatıma dokunan, yasağın savurmasıyla yan yana düştüklerim de tüm genellemelerin, ezberlerin arasından sıyrılabilirse, onların isimlerini de not ettirebilirsem, onları sizinle tanıştırabilirsem -ki konu hakkında genellemeler yapmak tanışmaktan ve sormaktan daha kolay geldi aranızdan tanıdığım pek çoğunuza- biraz daha iyi olacağım.

Mesela R.’yi bilin istiyorum. Tıp fakültesi 5. sınıftan atılmıştı. Sigortasız olarak eczanede çalışıyordu.

Sonra F. vardı, peruk takarak devam ediyordu okula. Hastalanmıştı, ne yese kusuyordu. Hala aynaya bakamadığını söylüyor.

de peruk takmaya başlamıştı, “Bu ben değilim, sanki sesim bile bana değişmiş gibi geliyor.” diyordu.

F. okulu bırakmıştı. Babası “evlatlıktan reddetmişti”, günlere gidip tülbent satıyordu.

F. okulun yanındaki inşaattan kaçarak fakülteye şapkayla girebildiği için kendini çok şanslı hissediyordu.

Z. inşaat mühendisliği son sınıftaydı, okuldan atılınca uzun süre iş aradı, başvuru yaptığı holding yöneticisinden 2. eş olma teklifi almıştı. İkna edilmek için de okulu bırakan veya atılan başörtülü öğrencilerin başka çarelerinin olmadığı, uzun uzun kendisine anlatılmıştı.

G. yurtdışına gidebilen arkadaşına, “Giderken haber etme de seni hep burada bileyim.” diye mesaj yazmıştı. Geride kalmak da gidebilmek de ayrı iki travmaydı.

H. Uzun namlulu bir silahı ilk kez İlahiyat Fakültesinin kapısında görmüştü. O günü hala anlatırken “Canımı alacaklar sandım.” diyor. Okulu o gün bıraktı.

Ö. Almanya’ya tıp fakültesini bitirmek için gitti. Burs vermek için söz veren kurum 2 ay sonra burs veremeyeceğini söyledi.

F. Dinin özgürlük kısıtlayıcı işlevi olduğunu anlatan babası tarafından para gönderilmeyerek terbiye edilmeye çalışıldı, başını açmaya zorlandı.

N. Eve okuldan uzaklaştırma cezası aldığına dair kâğıt gidince babasından ve ağabeyinden fiziksel şiddet görmüştü.

E. Tramvayla giderdi okula. O günlerde kampüse birkaç durak kala güvenlik görevlileri binip başörtülü öğrencilerin başlarını açmasını istediği için tramvayın aynı durağına geldiğinde hala “içinin sıkıştığını” söylüyor.

R., E., E., A., K., A., S., Y., B., N., Z. ve B. atıldı. Bir daha dönemediler okullarına.

Bu yazıya başlamadan önce “Kaç tane kadının hikâyesini biliyorum?” diye sordum kendime. Bir kâğıda not aldım hatırladıklarımı. 192 başörtülü kadın öğrencinin hikâyesine atıfla başladım yazmaya. Siz kaç tanesini tanıyorsunuz? Kaç tanesinden “Türban üstüne peruk yapılır!” yazısını gördüğünde içinde duyduğu tiksintiyi dinlediniz? Bu ülkede gelip giden yasak dönemlerinin tümünü topladığınızda 40 yılı aşkın bir süre yasak olduğunu görürsünüz. Bu yasakla günlük hayattan sıyrılıp atılan kaç kadın vardır sizce?

Başörtüsü yasağından bahsedildiğinde sanki de bunu bile isteye, zevk alarak yaşamışız gibi davrananıyla da yüzünü buruşturup oflayanla da karşılaşmak mümkün bizim için. Bu kadınlar o zaman yalnızdı, bugün de yalnızlar. O zaman da okuyan, yazan, çalışan kadınlardı, bugün de öyleler. Yalnızlığın acısı, çevredeki sesler hırçın ve hoyratsa sessizliğe evrilir kısa zamanda. Bu hırçın muhalefetin dümdüz ettiği, büyük resim peşindeliği ile bezeli ortamda gittikçe büyüyen bir suskunluk sarmalı içine girdiğimizi düşünüyorum. Artık kimseyi bu yalnızlığı görmeye davet bile edemeyecek kadar yorgun!

Ege Üniversitesinin önünde eylem yapan başörtülü kadınları gördüğümde 5 yaşındaydım. Anneme doğru koşarak “İran’a gidin!” diye bağıran adamı gördüğümde 6 yaşındaydım. 23 Nisan ve anneler günü kutlamalarının dışında bırakılarak başörtülü annemin okula girmesi engellendiğinde 7 yaşındaydım. Başörtülü öğrencilere resmi kayıt yapamayan dershaneye kantin kapısından girip çıkarken 18 yaşındaydım. Burs istemeye gittiğim büyük büyük kurumun başındaki yetkiliden “Boş ver okulu elin yüzün düzgünmüş evlendirelim seni.” sözünü duyduğumda 19 yaşındaydım. Bir bavul toplayıp ülkeden ayrıldığımda 24 yaşındaydım. Çalıştığım gazetede söyleşi sorularını araştırıp hazırladıktan sonra başı açık arkadaşım söyleşiye gönderildiğinde 25 yaşındaydım. Annem “Artık yasak yok, dönebilirsin.” diyebildiğinde 32 yaşındaydım.

Masamın üzerinde isimleri duran 192 kadının hikâyesine benzeyen sessiz bir süreç. 5 sene süren 28 Şubat Davası da bu sürecin sonunda adaletle karşılaşacağına dair ümitti. Kendimce her gittiğim duruşmayı duyurmaya çalıştım. Belki birinin dikkatine çeker diye düşündüm. Yoğun ve hızlı değişen gündemine rağmen ülkede, insan haklarına dair damarlardan bazılarının canlı olduğuna dair güzel inançlara sahiptim. Ama her paylaşımımla bu hislerimde bir geri adım attığımı üzülerek not ediyorum. Twitter hesabımdan neden sürekli 28 Şubat Davası hakkında paylaşım yaptığımı eleştiren ve özgürlük anlayışımı eleştirirken “Kaptırdık Fatma’yı da!” diye yakınan iletiler gönderen arkadaşlarım ve hocalarım oldu mesela. Başlarda onlara “İnsan uğradığı haksızlıktan yola çıkarak hak ihlallerinin farkına varıyor.”la başlayan açıklayıcı yanıtlar vermekteydim. Sonra bunun bir şeyi değiştirmediğini fark ettim. Hakkımdaki kararlarını zaten vermişlerdi. “Bu bir imtihandı. Bunun karşılığını dünyada isteyerek kaybettin.” diyen arkadaşlarıma da önceleri uzun uzun yanıtlar vermeye çabaladım. Artık kimselere cevap veremiyorum. İçimin içi yorgun sanki. Bu yüzden “Yandaş medyaya demeç vermişsin.” diyenlere “Hak ihlallerini konu edinen ve alternatif olduğunu söyleyen medya kuruluşları gelip sormadı.” deyip geçiyorum. Doğru ya! Onlar nerede?

 “Beş senedir ne bekliyordun da git gel yapıp duruyorsun Ankara’ya. Ne diyorlar orada sana?” diyen kimse yok. Çünkü bu dava belli bir siyasal duruşun eşiti. Bu yüzden özgürlükleri savunan sayfaların çok büyük kısmında adalet peşinde tek kapı olabilecek mahkemelerde 5 senedir gide gele kapı aşındırdığımız dava ve orada verilen yüzlerce başörtülü kadının ifadesi haber olamıyor. Ama başörtüsünü açan kadınların haberleri haftalık diziler haline getirilebiliyor. Çünkü muhalefet ettikleri yönetimin ne kadar kötü olduğunu her zaman ve herkes gibi başörtüsü üzerinden anlatma yolunu tercih ediyorlar. Biz okullarımızdan atılırken “Bak ne kötü laiklik elden gidiyor.” deniyordu. Şimdi, “Bak ne kötü başını açan kadın dışlanıyor.” deniyor. Bence bunların arasında bir fark yok. Çünkü bu tavrın altındaki cümle şöyle bir şey, “Bu kavgada başını örten her kadın şeksiz şüphesiz iktidar yanlısıdır.” veya tersinden de şuna denk geliyor, “Başını örtmeyen her kadın laik, cumhuriyetçi ve moderndir, başı örtülü her kadın gerici ve tehlikeli.”

Kişilerden başka değişen ne var kadın veya başörtülü kadın açısından?

Şu an alternatif medya çalıştığım ve ideallerini ballı cümlelerle anlatışlarını birebir dinlediğim için olsa gerek, 28 Şubat Davası’nı görmemek üzere programlanış, yalnızlığımızın farklı bir boyutu olarak duruyor karşımda.

Başka şeyler sorulsun isterdim ben. Neden başörtüsü konusunun sürekli bir hazır malzeme olarak rafta tutulduğunu, sonra bu hazır malzemeyi solun, ulusalcının ve sağın nasıl tepe tepe kullandığını mesela. Sonra suskun kadınların kendilerince çırpınıp dururken neden hiçbir habere, araştırmaya, dikkate değer görülmediğini. Sonra neden başörtülü kadınların suskun kanadının bu kadar yorgun düşüp kelimelerini sakladığını, sonra tüm bunların neden hiç kimsenin umurunda olmadığını ve her seferinde sanki de ilk kez oluyormuş gibi bir havada sadece slogan cümlelerle tartışıldığını… Sonra iman edip bu imana göre ibadet etmek istemekliğimizin neden sürekli siyasal bir oluşuma bağlanmaya çalışıldığını. Tabii buna bağlı olarak neden ısrarla ibadetimizi bir siyasi iktidarı desteklemek için devam ediyormuşuz havasının, başını açan başka kadınlar kullanılarak kafamıza kafamıza vurulduğunu…

Yanıtları bilmiyorsunuz. Çünkü orada değildiniz, gelmediniz. Gelseydiniz, “destek veriyor” dediklerinizin orada olmadığını görürdünüz. Gelseydiniz okuldan atıldığına dair evrak eve ulaştığında babasını kalp krizinden kaybeden kadınla da tanışabilirdiniz. Aylarca Beyazıt meydanında sanki okula gelmiş gibi tüm gün kapıda oturup akşam evine dönen kadınları görebilirdiniz. Polisin darp ettiği sırada yaralanan ve ömrü boyunca bu yaranın izini fiziksel olarak taşıyacak olan kadınlarla da tanışabilirdiniz. Öğrencilerine ders anlatırken sınıftan terörle mücadele ekiplerinin çıkarttığı öğretmeni de görebilirdiniz. Gelseydiniz adaletin kör topal ilerleyen zorlu yollarını nasıl ellerimiz kanayarak tutmaya çalıştığımızı görebilirdiniz. Egemen medyanın haberlerine mesafeliydiniz ama bu davada içeride sadece 2 dakika kalıp dışarıda basın açıklaması yapan siyasilerin demeçlerini içeren haberleri hemen kabul ettiniz. Suskunluk sarmalındaki kadınlar beş senedir o kapıdaydı. Adalet peşindeydi. Gelmediniz göremediniz. Çünkü ezberlediniz “Bu davayı iktidar destekliyor.” Suskunlaşanların peşine düşmekse kendinizle yüzleşmek ve zor konuları gündeme getirmekti. Mahkemeye sendikaların, partilerin, derneklerin bir kez gelip sürecin tümünde oradaymış gibi anlata anlata bitiremediklerini, herkes adına nasıl da emin konuştuklarını görebilirdiniz. Dedim ya göremediniz, yoktunuz zira. Tartışmalarınıza karşılık verecek “başörtülü ve iktidar yanlısı ve savunucusu” kadınlar grubu ile pek hoş arkadaş olmuştunuz. Korkusuzdunuz doğru, eleştirebiliyordunuz ama yalnızca istediklerinizi ve istediğiniz malzemeler elinize geçtikçe.

Benim sorularımsa öylece kaldı!

“Fatmacım sen üstüne alınma sen farklısın!” diyen özgürlükçü, solcu veya ulusalcı arkadaşlarım kaç başörtülü kadın tanıdınız?

Bunlar ne biçim tesettürlü diyen dindar arkadaşlarım kaç başörtülü kadınla konuştunuz ve kaç kez “çık dışarı!” diye sesi çıktığı kadar bağıran biriyle karşılaştınız?

Ben başörtülü kadınların yozlaşmasından ötürü başımı açtım diyen arkadaşlarım, bir inanma değişimi yaşadığınızı itiraf etmemek için böyle konuşuyor olmayasınız?

“Her türlü hak ihlaline karşıyım” diyen haberci arkadaşlarım sizce benim ve benim gibi senelerini sokaklarda mahkeme kapılarında geçirenlerin anlatacağı hiç mi sözü yoktu?

“Öteki” kavramını öğrendiğim saygıdeğer akademisyenler yıllardır aranızda çırpınıp dururken son 5 senemi mahkeme salonlarında geçirirken yazacak 140 karakteriniz de mi yoktu?

Ve siz, bu sözleri kendilerinden duyduğum tanıdıklarım, ne kadar da genellemeye ve dümdüz eleştirmeye meyilliymişsiniz.

Ve makaleler ne kadar da çok sadece kâğıtlardaymış ve dinin öğretileri ne kadar çok sadece kâğıtlardaymış.

O mahkeme kapısında bekleyen kadınlar kimsenin umurunda değil. Kolayla devam etmek insan doğasında var. Ve insan “mış” gibi yapmaya bir başladı mı galiba önünü alamıyor. Bugün başörtüsü konusunun iktidar tarafından kullanıldığını savunanlar da başörtüsünü malzeme olarak kullanıyor. Bugün başörtüsüne özgürlük verdiğini söyleyen iktidar da başörtüsünü malzeme olarak kullanıyor. Bugün başını açmayı düşündüğünü çünkü bu iktidarla eşleştirilmek istemediğini söyleyen kadınlar da başörtüsünü malzeme olarak kullanıyor. Bugün başörtülü kadınları tesettür biçimleriyle sınıflandıran ve sözde din adına saldıran erkekler ve kadınlar da başörtüsünü malzeme olarak kullanıyor.

Bu ben 6 yaşındayken de böyleydi.

Ben 19 yaşındayken de böyleydi.

Ben 24 yaşında ancak lisansa başlayabilirken de böyleydi.

Bugün de böyle.

Bu yazı bir hesap kapatma yazısıydı. Türkiye’den çıkarken “Bir gün gelecek ve ben bu haksızlıkları mahkemeye taşıyacağım.” demiştim. Yalnızca sözlü olarak kalkan bir yasak uygulamasının her an yeniden gelebilme ihtimaline karşı kendimi, arkadaşlarımı, yeğenlerimi ve benden sonrakileri sağlama alabilecek minik bir belge bırakmak için 5 sene uğraştım. İçimden geçen başlıkları da hepinizle paylaştım. Artık defteri kapatıyorum. Dua ediyorum bir daha açmak zorunda kalmamak için. Her politik çalkalanmada yine kullanılan ilk malzeme olacak olma ihtimalinin yüksekliğine rağmen defteri kapatıyorum.

Şunu da ekliyorum, öyle yoruldum ki, öyle takatsizim ki, tırmalarken duvarlarda kalan tırnaklarımın yerleri öyle sızlıyor ki, -Allah korusun- olur da hayatımın en değerlileri iki yeğenim başörtüsü yasağıyla karşılaşırsa, onların akıllarının ve imanlarının önüne engel koyarlarsa hemen okuyabilecekleri başka ülkelere gitsinler isterim. Sizleri hiç beklemesinler, hiç vakit kaybetmesinler. Çünkü ben ideolojisini savunduğunu ve imanının farkında olduğunu düşündüklerimin boynuma astığı yalnızlığı iyi öğrendim. Gitsinler, nasılsa kavganız biter birkaç seneye ve geri dönerler. Her zamanki gibi…

İşte defterin son cümlesi kendime; Rabbim kalbimde birikenleri, avuçlarıma ağır gelenleri sana şikâyet ediyorum. Bizi ve beni dinin üzerine sabit kıl, elimizi bırakma.

Konuk Yazar

7 yorum

  • Allah emeklerinizi zayi etmez bu yüzden de yalnız değilsiniz.Allah bize bizden daha yakın,diğer niyet okuyucuların aksine neyi ne amaçla yaptığımızı bizden daha iyi biliyor.bu blogda okuduğum en anlamlı en güzel yazıydı
    Allah razı olsun

  • 1991 yılında Hacettepe Üniversitesi tıp fakültesini kazandım. Hazırlık sınıfını başörtülü okudum. 1. sınıfta derslerde başörtülü olduğumuz için uyarilmaya başlandık. 2. sınıfa geldiğimde artık hakkımızda tutanak tutulmaya başlanmıştı. O yıl okulda yaşadıklarımın ve ailemin de bana gösterdiği tepkinin etkisiyle sığınacak bir liman buldum kendime. Mescidden tanıdığım üst sınıftaki arkadasların kaldığı cemaat evine çıktım. Hepsinin toplamı ve kendi iradesizliğim yüzünden sınıfta kaldım. 2. sınıfı tekrar ettiğim yıl birçok arkadaşımız yasağın uygulanmadığı üniversitelere geçiş yaptılar. Derste başörtüsünü çıkarmak bile çözüm olmuyor, başörtülü olduğumuzu bilen hocalar tarafından sürekli taciz ediliyorduk. Derslerim yine çok kötüydü. Başka bir üniversiteye geçiş yapma şansım yoktu.
    Evinde kaldığım cemaat öğrencilerin evlilikleri yoluyla cemaatle bağlarının güçlenmesini sağlamaya çalışan bir cemaatti. İkinci kez sınıfta kaldım. Birkaç ay içinde evlendim. Evlendiğim yıl yeniden üniversite sınavına girdim. Başörtüsü problemi olmayan bir okulda yeniden üniversiteye başladım. Ama bu kez tıp değil, eğitim fakültesine. Tıp kazanacak kadar çalışmadım, kazanamadım. Velhasılı kelam; şu anda öğretmenim. Doktor olamadım. Evliliğimde ve işimde mutluyum. Ama keşke hiç yaşamasaydım bunları. Tıp fakültesini bitirseydim. O cemaat evine hiç taşınmasaydım. Erkenden evlenmeseydim. 21 yaşında ilk, 22 yaşında ikinci çocuğumu doğurup okula iki çocukla devam etmek zorunda kalmasaydım. Nasip mi demeliyim acaba? Tabi bu hikayedeki tek sorun başörtüsü yasağı değil. En büyük sorun benim galiba. Yanlış tercihler, yanlış kararlar.

  • Uğradığım psikolojik şiddetin defterini hala kapatamıyorum ben. Belki de elimde itiraz edecek hiçbir şey olmadığı için. Kimi kime şikayet edeyim ki… Bu yazıyı okumak da iyi gelmedi, 28 şubat sergilerini de tetiklenmemek için gezmiyorum artık. Sanki bunlar hiç olmamış gibi davranmak istiyorum, herkesin yok saydığı gibi yok saymak istiyorum. Artık yasak yok dendiğinde 25 yaşımdaydım, ilk defa maaşlı bir işe girebilecek kadar kendimi yetiştirebildiğimde 31 yaşımdaydım. Ama kendimi bin yaşımda hissediyorum. Yok sayılmanın, sessizlik sarmalının içinde kalmanın burukluğuyla hala çalıştığım kurumda, gittiğim pek çok yerde tek başörtülü olmanın o tuhaf rahatsızlığını yaşıyorum. Bu da bizim başörtülümüz diye beni gösteriyorlar parmakla sanki. O kadar çok kadın neredeler, neden yoklar, kimler kapıları yolları tutuyor? Hâlâ bitmedi, belki de hiç bitmeyecek benim için, ama yalnızlığımızın en azından böyle bir yazıyla kayıt altına alınmış olmasına sevindim.

  • Öğretmenleri tarafından “bu kız oxforda girer” övgülerini duyduktan bir kaç yıl sonra, kıytırık bir Anadolu üniversitesine bile giremeyeceğimi öğrenmenin acısı. Resmi olarak kayıtlara geçmeyen milyonlarca kadından biriyim. Yıllardır kuru bir yaprak gibi savrulıyorum. 32 yaşındayım, bipolar bozukluk hastasıyım. Yıllardır terapi alıyorum ve her şey benim okul hayallerimin elimden alınmasında tıkanıyor. Bunun hesabını kim,nasıl verecek…