Konuk Yazar: Eda K.
Birkaç aydır özgürlükler ülkesi Hollanda’da okuyor, üniversitede özel eğitim dersleri alıyorum. Müslüman, başörtülü bir dişi olmak ve özel çocuklar üzerine çalışmak beni pozitif ayrımcılık kavramı konusunda düşünmeye ve pratikte “engelli”lerle benzer bir kaderimizin olduğunu fark etmeye itti.
Örtülü olmanın yüksek bir koruyucu etkisi olduğu muhakkak; fiziksel temas konusunda durulması gereken yeri, ibadet yeri ihtiyacını, alkollü içeceklere ve helal olmayan gıdalara karşı tutumumuzun sinyalini vererek bunu pek çok yerde hissettim bugüne dek. Belçika’da patates kızartması alırken Müslüman olduğumuzu fark eden gayrimüslim satıcının patatesin güvenilir yağda pişmediğini belirtme ihtiyacı duyması, Hollanda’da tanımadığım örtülü bir öğrenciyi durdurup okulda mescidin olup olmadığını sorabilmem, Alman erkek arkadaşlardan birinin selamlaşırken sarılmaya yeltenip vazgeçmesi örtünün verdiği konfora birkaç örnek sadece.
Bunlar pozitif ayrımcılık mı bilmiyorum. Ama böyle adlandırmaktan hoşlanmıyorum. Farklılıkların, hakların ve bunlara saygının öğretilmeye çalışıldığı bir dünyada ‘pozitif ayrımcılık’ tabirinin yabancılaştırmanın başka bir formu olduğunu düşünüyorum. Bu tıpkı özürlü ve engelli kelimeleri arasındaki gibi ince ve hayati bir fark gibi tezahür ediyor hayatta. Tuzlu bir ötekileştirme…
Fiziksel engellilerin yıllardır söylediği şey şuydu: Bize acımayın, soru sormaktan ve farklılığımızdan bahsetmekten çekinmeyin, bize yardım etmeyin, sadece bizim için şartları kolaylaştırın, yardıma ihtiyaç duymadan yaşamamızı sağlayın. Çünkü pozitif ayrımcılık yabancılaştırmaktır, eksiltmektir, sanki onların sahip olmadığını yüksek bir el olarak vermek, lütfetmektir.
Örtülü kadın, Müslüman kadın demek. Müslüman ise tehlikeli, hassas, anormal ve kadını kanadı kırık hale getiren bir kelime(!)… Bir insana kırık kanadı hakkında soru sorulur mu hiç? Birkaç sene önce yurtdışında yaşarken beni garipseyen ama haddi aşma ya da incitme korkusuyla inancım ve fikirlerim hakkında soru sormayan insanlar oldu. Onlarla ne yazık ki şeffaf duvarların ötesinde seviyeli arkadaşlıklar yürütmek zorunda kaldık. Benim hakkımda ne düşündüklerini hiç bilemedim. Bu durumun adını daha önce koyamamıştım. Ama özel eğitim üzerine eğitim alırken fark ettim. Biz de işte böyle; görme, işitme değil de sosyal engelliydik.
Öte yandan duvarları yıkıp gelenler, bizi zihinlerinde -görece- normalleştirenlerin sorduğu sorular ve Müslüman kadınlar hakkındaki önyargıları da yıkılmaya değerdi: Müslüman bir kadının evden dışarı çıkamadığını düşündükleri için eğitim alabilmemiz, hatta sınırları aşıp başka başka ülkelere çalışmak ve okumak için gelebilmemiz, dil bilmemiz, müzik dinlememiz, kitap okumamız, evde başörtüsüz olmamız, zorla evlendirilmememiz, kadın hakları konusunda konuşabilmemiz, dünya meseleleri hakkında fikir yürütebilmemiz… Bütün bunlar ve üzerine konuşulması gereken daha pek çok konu varmış meğer. Ancak konuştukça öğrenebildik.
Hollanda’ya gelişim 15 Temmuz olaylarının üzerine ve maalesef her yerde patlayan bombaların Müslümanların işi olduğuna dair kanıların yaygın olduğu bir zamana denk geldi. Daha ilk derste tanışma esnasında sohbet ederken dersin hocası iki kere senin için sorun değilse paranteziyle başlayan sorular sordu. Sorun değildi. Her şeyi konuşabilmeliydik. Bunu söyledim birden fazla kez: dinim, ülkem ve fikirlerim hakkında her türlü soruyu sorabilirsiniz. Çünkü rahatsız olup olmayacağımı sormak, bunların nazarda rahatsız olunabilecek meseleler olduğunu gösterir. Galiba asıl konforsuz olan bu aşırı özel muamele.
Hâsılı, neredeyse her gün fark ediyorum, ayrımcılığın negatifi de pozitifi de hem teoride hem pratikte sıkıntılı. Farklıyız sadece, her kafa farklı. Bunun üzerine daha fazla konuşabilmeliyiz sanırım. Sınıfta, evde, sokakta, kafede, işte; yurtiçinde veya dışında. Saygı duymak adı altında derine inme üslubunu unuttuk korkarım. Meseleleri hassas kılıp yok saymaya değil de, normal sayıp saygılı bir şekilde ele almak yeterli belki de. Ama ben artık örtümü görüp soru sormaktan ya da iletişim kurmaktan kaçan insanlar tanıdıkça daha fazla konuşma ihtiyacı hissediyorum. Okuduğum okul, aldığım ilim bir yana, bu çekinceleri ve önyargıları yıkmakta katkı sağladığım ölçüde burada geçen zamanı kâr sayacağım sanırım. Tam da bu yüzden belki de içimizde hâsıl olan, hayata kendimizce ve bize özel şekillerde karışma iştiyakını hiç yitirmemek gerek. Tam da bu yüzden okumak, öğrenmek, gezmek, konuşmak, tanımak, gülümsemek, kendimiz olarak mutlu ve özsaygılı olmamız gerek. Biz de insanız işte, herkes gibi, farklı. Her türlü kalıptan, çanaktan bağımsız, kafası örtülü, fakat biricik… Vesselam.
birkaç noktaya dikat çekmek isterim. birincisi batıda nefret suçları diye bir kavram var. insanlar bunu bazen abartarak, ikincil kazanç elde etmek için suistimal edebiliyor, kullanabiliyor. bir öğretmen derste sarfettiği cümleler her an bir dava konusu olabilir. bu yüzden de biraz daha hassaslar. ikincisi yine batıda insanlar genel olarak sosyal ilişkilerinde daha yüzeysel, biz doğu toplumları gibi karşısındakinin herşeyini aşırı merak edip, buna müdahil olmayı pek istemiyor, düşünmüyor. saygı mı, nemelazımcıllık mı, hatta bencillik mi bilinmez ama bu bir vakıa ve bizde de bazı kesimlerde oluşmaya başlıyor. üç; biz bazen de gereğinden fazla hassaslaşıyoruz. insanları kırmamak, üzmemek adına aşırı korumacı, anaç bir tavıra bürünebiliyoruz.
Ilk iki noktaya katılıyorum, bu yazıyı yazma sebeplerim de o noktalar. Üzerine konuşmayınca suç faktörü olan nefret ne yazık ki ortadan kalkmıyor. Bilakis başta medya etkisiyle içimizde büyüyor. Bu nedenle gerçek insanlarla ve muhataplarla konuşmayı ve tartışmayı başarabilmemiz gerektiğini düşünüyorum. Her sessizlik saygı değil çünkü.
Beni anlatmısınız sanki.Londra bu açıdan dünyanın bir çok yerine göre daha rahat ama yine de insanlar çekiniyor.Samimi olabildiklerim cok çekinerek soru soruyor.Rahat cevaplamaya calisiyorum ki tekrar sorabilsinler.Bazıları da ekstra iyi davranmaya çalışıyor, ayrimcilik yapmadigini gostermek için:)
Iletişim101 :) Allah kimseyi cevapsız ve tebessümsüz bırakmasın :)