Yazar: Feyza
LYS tercihlerinin yapıldığı hafta Türkiye gündeminde hızlı bir “yardımcı doçentlik” çıkışı oldu. Yardımcı doçentliğin “birilerinin birilerini oyalamak için” ortaya çıkmış bir akademik kadro olduğunu ilân edildi. Kaldırılması gerektiğine işâret edildi. Bunun üzerine YÖK hemen bir komisyon kurulacağını açıkladı. (Neyse ki komisyon denen bir esnek ve “Ara” kurumlaşma biçimi var da, işler gerektiğinde hızlı, gerektiğinde yavaş yürütülebiliyor.)
Belli ki akademik kadrolar konusunda arkada yürütülen lobiler var, biz onları göremiyoruz. Sadece kamuya açık konuşmalara girdiği ölçüde ne konuşulduğuna dair bir fikrimiz olabiliyor. Yardımcı doçentlik “ara” pozisyonu da anlaşılan çok daha girift meselelerin günah keçisi olarak masaya yatırılmış. Türkiye’nin ekseriyetinin akademik ünvanlar konusunda zaten kafası karışıktır! (Doktorayı bitirdiğinde: “Sen şimdi doçent mi oldun?” sorusuna maruz kalanlar olarak dernekleşebiliriz bence.) Şimdi de bu ekseriyet muhtemelen “Zaten anlamıyorduk, demek ki varmış bunda bir iş” diye düşünüyorlardır. (Bu arada üniversite zaten tümden garabet bir kurum, gittiği yere medeniyet de götürebilir, yozlaşma da.)
Neticede hepimiz okumalıyız. Herkes okumalı. Üniversite diploması olmayana kız vermezler. O yüzden dağ taş üniversite. Bir yeri üniversiteye çevirmeyegör! Apartmandan olur, AVM’den olur, sit alanında olur, olur da olur. Yeter ki “yerli” ve “milli” olsun. Çocuklarımız okusun. Seneler önce bir anneden duymuştum, “Oğlum için CEO yetiştiren bir üniversite istiyorum” arayışını. CEO olsun, müteahhit olsun, inşaat mühendisi olsun, (E Psikoloji yükselişte, Hukuk biraz düşüyor. Sinema Televizyon? Yönetmen de olabilirdi belki o oğul. Neticede fon verir istediğimiz filmi de çektirirdik de neyse…) Yetişmiş insan lazım. Kültürel iktidar kurmalıyız derken sınıfta kaldık. (O oğlan ne oldu acaba?)
Bunları 5,5 yaşında okula gidip hâlâ okuldan çıkamayan bir öğrenci olarak yazıyorum. Artık kapısından girdiğim üniversitelerde hocam diye karşılansam da ben hâlâ öğrenciyim, o kadar öğrenci olmayı sevmiştim ki… (Adı üstünde, öğrenmek. Ama benimkisi öyle aşırı “inek” öğrenci hali değil. Dikkatimi çekebilenin peşine düşerim. Lisedeyken sevmediğim derste sevdiğim dersin kitabını okurdum. Üniversitede sevdiğim derse ruhumu teslim eder, sevmediğim dersten geçer not alır ardımda bırakırdım. Benimkisi tamamen merak ede ede sonunda akademisyen olma durumu.)
Ama bundan fazlası da var. 80 darbesi sonrasında doğdum, derin bir sessizliğin içine yani. İyi sır tutan bir toplumda, “kendini yetiştirme” güzellemesinin içine… Önemli olan kendini yetiştirmekti. Başarılı olmak. Batı klasiklerini, Doğu klasiklerini aynı anda bilebilmek. Bir Batı dili, bir de Doğu dilini öğrenmek. İyi yetişmiş bir kadın doktor, diş hekimi, mimar, öğretmen, gazeteci olabilmek. “İyi yetişmek önemli” derlerdi. (CEO’lar iyi yetişir mi acaba?). Bu oyun benim de hoşuma gitmiş olmalı ki, geceleri uyumadan okur, içimdeki sanatçıyı keşfetmek için yazar çizer boyardım. 80’lerin “apolitik” gençliği “kendini geliştirme” afyonunun dibini bulmuştu yani. Yalnız bu durumun beklenmedik sonuçları oldu, bütün bu iyi yetişme oyunu birçok genci aynı zamanda düşündüğünü söyleyen, o arada inandığının da peşinden giden insanlar yaptı. Yani politize etti. Okul kitaplarının satır aralarında gizlenenleri görebilen, gördüğünü söyleyebilen çocuklar yetişti. Kendi düşündüğünü söylemeyeceksen, kendini yetiştirmenin ne manası var?
90’ları ülkenin Batı’sında geçirenler olarak siyasetin karanlık yüzünü, kendi bildiğini söylemenin vahim sonuçlarını 28 Şubat’ta görmüştük. Ama o da “kendini yetiştirme sevdası”na merhem olmamıştı. Bense kitaplarda doğruyu aramanın, bulduğu doğruyu hayatla çarpıp yeni sözler söyleme işi olan sosyolojide eğitim almaya, akademiden kopmamaya kararlıydım. Sonra mı? Sonraki hikâyeyi 90’larda, hatta 2000’lerin başında doğanlar bile biliyor…
Gelelim bugüne. Bu sefer zor günleri freelance bir akademisyen olarak geçiriyorum. Fakat 30 yıldır dünyamı kuran “kendini yetiştirme” söylemi temelinden çatırdamış durumda. Herkesin dilinde bilgiye artık ihtiyaç olmadığı, herşeyin bilgisayarlarda kayıtlı olduğu safsatası. Bakmayın siz kültürel iktidar tartışmalarına! Bilginin getireceği eleştirel düşünceye kimsenin tahammülü yok. Yani kimse kimseden kendini deşelemesini, inşa etmesini, düzeltmesini beklemiyor. Aksine 80 darbesi sonrasında olduğu gibi bir kesif suskunluğu nasıl üretebiliriz arayışı onlar. Memleketin ortasından geçen çatlak nasıl betonla doldurulur, üstüne de cila çekilir, kültürel üretimden beklenen budur.
Tercih dönemi kapandı, herkes için hayırlısı olsun diyebilirim ancak. Fakat gittiğiniz üniversitelerden fazla bir şey beklemeyin. Beni şu anda kıran neyse, üniversitelerde kalmış üç beş iyi akademisyeni de fena halde kırmış, incitmiş durumda (Neden mi üç beş tane kaldı? Çünkü en iyilerini Batı’ya kaptırdık, gitmeyeni de kovaladık!). Çölleşen bir akademinin eğitim emekçileri onlar. İyisine rastlarsanız iyi davranın, derslerini dinleyin, hâlâ kendini yetiştirmenin anlamlı olduğu bir dünyadaymış gibi davranmaya bakın. Ama dediğim gibi, beklentileri yükseltmeyin. , Yardımcı doçentlik ya da başka konularda yapılacak hiçbir düzenleme akademisyenlere düşündüklerini söyleme özgürlüğü getirmeyecek. Ünvanı ne olursa olsun kimse bilimin merak ve cesaret gerektiren koridorlarında yürüyemeyecek. Kendi içindeki çelişkileri ve sorunlarıyla “Kendini yetiştirme” devri yaşanmış ve bitmiştir. Uzatmalarda hepimize başarılar.
Bu durumu dile getirdiğiniz için teşekkür ederim , yazınızı severek okudum :) İçten içe düşünüp umutsuzluğa kapıldığım bir durum bu. Ünivesitede sosyoloji okuyorum ve bu bölümde bile bir meselen olması ve onun peşinden gitmeyi istemen kayda değer görülmüyor. ‘Kendinİ yetiştirme ‘ safsatası hala geçerli ama bence