Yazar: Meryem Selva
Görsel: Yvonne Chevalier
Uzun zamandır kendi adımla yazı yazmıyorum burada. Hoş bu yazıya da yazı denebilir mi tartışılır. Hazır yaz gelmişken belki de içimi dökmek istedim. No more politic, no more academic, desem de kendim de inanmıyorum. Hiç yapmadığım bir şey yapmaya karar verdim. Çırılçıplak ve savunmasız kalacağımı bilsem de sonunda, zihnimi açmaya… Sosyal platformlara sunduğum görüntülerden uzak, yaptığım işlerden azade, belki biraz hüzün ama çokça hissizlik üzerine bir yazı bu. Bilgisayarımı açtım. Ülkede akademik anlamda gerçekten yeri olan bir üniversitede doktora yapıyorum. Yazmam gereken dört dönem sonu makalesi, redaktörlüğünü yapmam gereken iki kitap -yazarını geçtiğimiz günlerde kaybettik. Haberi aldığımdan beri başka bir burukluk da var. Mesela Temmuz’a ertelemek yerine Mayıs’ta kitapları teslim etseydim ne olurdu?-, yazılarını topladığım bir dosya konusu var. Her şey bir ekrana bakakalırken ben, parmaklarımın ucunda, yapılabilir ve yazılabilir mesafede. Ama ben neredeyim? Hangi bendeyim ve kimdeyim?
Açık açık en baştan söyleyeyim. Hiçbir şey yapmak istemiyorum, ama her şeyi yapıyorum. Hiçbir yerde olmak istemiyorum, ama her yerdeyim. Hiç kimseyle görüşmek istemiyorum, ama herkesteyim. (Burada yazar aforizma kasıyor. Yoksa hepimiz biliyoruz hiç kimsenin gerçekten hiçbir kimse ve herkesin aslında herkes olmadığını. Parantezi kapatıyorum). Bu yazıyı sevmedim. Muhtemelen yazdığım için de sonradan pişman olacağım. Ama olsun. Söylemek istediklerim, paylaşmak istediklerim ve her ne olursa olsun anlatmak istediklerim var. Anlatmayacağım. Bir buçuk yıldır mütemadiyen her gün ekrana, on yıldan fazladır da bir telefona bakıp duruyorum. Ekran benim artık, ben ekran. Günde beş vakit namaza durur gibi Zoom’a odaklanıyorum. Artık yeter mi? Hayır yetmiyor. Eee ne anlatacaktım ben?
Bir üniversitem kapatıldı. Bir üniversitem direnişte… Bense 33 yaşımı devirmeye yüz tutmuşken hayatımın matrisini çıkarıyorum. Bir simetri fark ettim. Sanki 16 yaşım 32 yaşımın üstüne kapanıyor ve analitik düzlemde 16 yaşımın üssünü yaşıyorum. Okul birincisi bir sayısal öğrencisiydim, eşit ağırlık bölümüne geçtim. Üniversitede başörtülü okuyamayacağım için sınava da girmemeye karar verdim. Tuttum 17’im bile dolmamışken alternatif eğitim arayışıyla İstanbul’a gittim. Vakıflar, medreseler, dernekler, kurslar… Bir Arapçam vardı şimdi kendisi ne âlemde bilmiyorum. Dünyayı daha güzel bir yer hâline getirme meselemiz vardı, şimdi hangi dünyadan bahsediyoruz, yine bilmiyorum. Çokça seminerde bulundum, çokça da toplantılar, kermesler, geziler… Her telden okudum. Sağlı sollu yüzlerce yayın… Stabil hayatlar, marjinal hayatlar, sevgi, evlilik, doğum, boşanma, ayrılıklar… Neden Orta Doğu üzerine eğitim aldım ben? Ya da fıkıh usulü? Neden uluslararası ilişkiler üzerine onlarca seminere katıldım? Yahudi ilahiyatı, küresel iktisat, NLP, Osmanlıca, Almanca, Arapça, İngilizce, Farsça? Bitirdiğim ve bitirmediğim kurlar. Gezdiğim ama görmediğim yerler… Bir deli iştahla saldırdığım ama hiçbirinden tatmin olamadığım bambaşka alanlar… Ötekiyle kurduğum tekinsiz ilişkiler… Aa bu arada ben şimdilerde edebiyat doktorası yapıyorum. Tam 11 yıldır stabil, başka alanlara kaymadan, söylenmiş birçok sözü sağaltıp, çoğaltıyorum. Yazmam gereken dört makale var dönem sonunu getirebilmem için. Başörtüsüne özgürlük! Ve bir üniversitem kapatıldı. Bir diğeri direniyor.
Varoluş sıkıntısı çekmek için çok erken bir yaş. Kimlik bunalımı yaşamak içinse geç. 28’iydi Şubat’ıydı derken anladım ki üniversite fetişist bir nesne olmuş benim gibi önüne gelen her eğitime şevkle atlayan doyumsuz bir ruh için. Elimden alınan bir hak, zamanla elime geçmiş, önce öğrencisi sonra çalışanı olmuşum üniversitenin, sonra gene elimden alınınca sadece öğrenci kalmışım. 33 yaşımı devirmeye yüz tutmuşken 16’ımda sayısaldan sözele geçmek gibi tüm diplomalarımı, belgelerimi atıp bambaşka şeyler yapmak istiyorum. Ama yapmıyorum. Lisansta 10 sayfalık ödevleri şevkle 20 sayfalara çıkarırken şimdi 20 sayfalık ödevlere 4 sayfa zor yazıyorum. Kelimelerim daha cümle kurmaya başlarken kendi içlerine kıvrılıyorlar sanki. Kocaman bir boşluğa dökülüyorlar. “Ne yapıyoruz biz?” sorusunun altını dolduramamaktan sürekli bir hezeyanın içinde debeleniyorum. Çoğaldıkça yalnızlaşıyorum. Yalnızken de çokum oysa. Başımı açmayı hiç düşünmedim ama namazla aram eskisi gibi değil, diğer birçok şeyle de olmadığı gibi. Bir Allah’a inanıyorum ama inandığım Allah’a kimse inanmıyor benden başka. Her şeyin kurgu olduğu bir sözcükler âleminde kurulmaya ya da korunmaya çalışılan her hakikati soyuyor, altını oyuyor zihnim. Bir sabite arıyorum ama bu yazıyı yazarken bile sabit değil pergelim. Kendi kurduğum kurgunun da altını oyuyorum. Uzun zamandır psikolojik destek alıyorum. Bunu söylemekten de utanmıyorum, çekinmiyorum. Her şeyi çözüp duran zihnim psikoloğun da psikiyatrın da sorduğu tüm soruları daha cümlesi bitmeden tamamlıyor, analiz ediyor. Çelişkilerimiz önemlidir, ancak çelişkilerimiz değil farklılıklarımız zenginliktir. Bazen kendi kendime oyunlar kuruyorum. Ne içindi bu hayat? Ne için yaşıyorduk bizler? Ben bu hayatın içine, binbir kırılganlıkla müteşekkil bir özne, neresine düştüm? Her şeyi yaşamışım gibi bir doygunluk, hiçbir şeye şaşırmayacak denli bir dolgunluk, herkese karşı bir duygunluk var bedenimde büyüyüp durmaya devam eden. Üstelik ha deyince de doğurulmuyor…
Ne yazacaktım ben? Ya da ne için açtım bu kez ekranı. Bir üniversitem kapandı. Bir diğeri direnişte. İstanbul sözleşmesi yaşatır. Kadınlar direnişte. Eğitim hakkı herkesin. Ama herkesi pandemi koşullarında geçirerek çok büyük bir iyilik ettik tüm öğrencilere. Biontech’i kucakladık, Sinovac’ı Turkovac’la karşıladık, Euro 2020 hezimetti, İstanbul’un simgesini fallik bir kuleye indirgedik, “boomer” diyebilen siyasilerimiz var, kanal bahane, hava çok sıcak, Britney Spears neler yaşamış öyle? Müsilaja, mutfağı işgal eden karıncalara elektrik süpürgesiyle dalan teyzeler gibi daldık, sokaktan masaları kaldırdık, turizmi canlandırdık, fiyatları arttırdık, müziğin sesini kıstık, konserleri daralttık, her Pazar istikrarla eve kapandık, çokça özelleştik, Sedat Peker’i alkışladık, Yıldız Ecevit’i kaybettik ve Behice Boran’ı da andık. Haziran bitti…
Anlıyorum galiba. Derinden hissettim. Benzer hisler yasayan başkaları da var. Bilin istedim. Selam ederim.
Sizden küçüğüm, daha önceki yazılarınızı da okumadım ya da kendi adınızla değil de başka bir adla yazdığınız için siz olduğunuzu bilemedim. Hayat çizgimiz çoğunlukla paralel gitmemiş büyük ihtimalle. Çünkü ben okullarda çok başarılı bir öğrenci değildim. Reçel blog instagramda yazının fragmanını paylaşırken “Başımı açmayı hiç düşünmedim ama namazla aram eskisi gibi değil, diğer birçok şeyle de olmadığı gibi. Bir Allah’a inanıyorum ama inandığım Allah’a kimse inanmıyor benden başka.” kısmını da yazdığı için koşa koşa geldim yazıya. Bu günlerde daha net hissettiğim, düşündüğüm şeyleri az da olsa özetlemişsiniz sanki. Ya da herkes böyle düşünüyor da ben mi göremiyorum? Fikirlerimi açabildiğim kimse yok çünkü etrafımda. Çoğu kişinin de böyle olduğunu düşünürsek… Her neyse. Ne diyecektim? Sanırım sadece ortak bir yerde durduğumuzu belirtmek istedim. İyi akşamlar.
Kalemine saglık
Günlerdir,aylardır,yıllardır göğsümde taşıdığım bir ağırlığı çok güzel ifade etmişsiniz. Elinize sağlık. Kalbimle dayanıştım.
“Kelimelerim daha cümle kurmaya başlarken kendi içlerine kıvrılıyorlar sanki. Kocaman bir boşluğa dökülüyorlar,” demişsiniz ama benim ve muhtemelen başkalarının da nasıl ifade edeceğini bilemediği bir duyguyu ‘kelimenin tam anlamıyla’ ifade etmişsiniz bence, sadece alıntıladığım cümlelerde değil, tüm yazıda. Bunun için teşekkür etmek istedim ve bunları söyleyebilme cesaretinize de özendim.
Yazıyı okuyunca yazarı tanımaya karşı dayanılmaz bir istek duydum. İstanbula olsaydım keşke. Gelip bir anne gibi bir abla gibi sarılsam, yalnız olmadığınızı söyleseydim size ve aslında kendime. İlk kez karşılaşsak da saatlerce konuşacak konumuz olurdu herhalde. Ve kötü bir haber verirdim size. İçinde bulunduğunuz durum geçmiyor. 46 yaşında da aynı şeyler hissedilebiliyor. Allah yardımcınız olsun.
Aylardır bitirmesi gereken doktora tezine pencereden seyretmek zorunda olduğu bir sokağa bakar gibi isteksizce bakıp duran bir kafanın yine tezinden kaçarken karşılaştığı bir yazı. Bir hikaye, bir tükenmişlik, bir anlam kaybı… Neden bu sandalyede oturuyorum sorusunu saldalyeyi değiştirerek aşamayacağım o noktada, tezin ana meselelerinden hayatın özüne doğru sorgulamalara ışık hızıyla geçtiğim masamda benzer bir kırgınlıkla buluşmuş oldum. Tükenmez sandığım iştah ve merak gitmiş, dağ olsa deviririm dediğim işler önümü kesmiş. Buralara gelene kadar, neleri aştınız kızım siz diyor “etraf”. Bir sürü yasakla mücadele ettiniz !! Ben artık hiç kurmuyorum bu cümleyi. Hangi yasak, hangi mücadele? Ne için? boşver… Biraz Beyhan Budak dinlesem işe yarar mı, aaa hay aksi, bütün videoları izlemişim. Diziler de sezon finali yaptı. Yenisine başlamamalıyım. Distopya izlemekten içim şişti. Hoca birinci bölümü tamamla gönder dedi. Aurora’nın şarkıları çok güzel. Beyrut da çok güzeldi.
3 günlük dünya hayatını din ile fazlaca zorlaştırıyorlar, erkekler. Bu konuya da karar veren onlardı, hep onlar.. Kapsamlı bir kültür ve görgü edinen hiç kimse sorgulamadan nefes alamıyor. 17 yaşından itibaren gelişen, bu kimseye nasip olmayan kültür birikimi elbet sorgulara gebeydi. Örneğin başörtüsü, 5 tane adamın toplaşıp karar birliğine vardıği bu detay kocaman bi kimlik oluyor ve müslüman erkekler asla bedelini ödemiyor, sadece kadınlar.. Bunu kitap okuyan hicbi kadına icimiz rahat anlatamayız.