REÇEL

Sevgili Komşum, Bu Ev Hepimizin Başına Yıkılacak…

Savaşı böyle hayal ediyorum işte ben. Kendi sokağında yabancı kaybolmuş bir ben. Hepimiz…

Konuk Yazar: Burcu Arıkan

rsz_kurmaca1

Sahne 1: Başkalarının savaşını okumak

14 yaşındayken Samsun’a şimdinin büyük kitapçı zincirlerinden birinin şubesi açılmıştı. Dershane çıkışı eve giderken kitap bakmak büyük bir bireysel eylemdi o vakitlerde. Arkadaşlarla birbirimize kitaplar hediye etmeye başlamıştık. O zamanlar iyi olduğunu düşünüp okuduğumuz kitapların bir kısmı çok matah kitaplar değilmiş, sonradan öğrendik ama olsun, bizim dünyamızda o kadarı vardı henüz. O dönem kulağımıza çalınan kitaplardan birisi de Ayşe Kulin’in Sevdalinka romanıydı. 1999 yılında basılmıştı, bir yaz tatiliydi aldığımda.

Ben kitabımla yaz tatiline giderken aslında ülkede bir savaş sürüp gidiyordu. Bir yandan çocuk ama bir yandan da her şeyi anlayabilecek yaşımda, bu savaşa dair hiç bir fikrim yoktu. Sadece ülkenin bir yerleri tehlikeliydi, oralara gidilemiyordu. Aslında çok güzeldi doğu, “terör bitse de bir gitsek” idi. Katılmamayı tercih edebileceğim bir etkinlik gibiydi savaş. Asker ölümü haberleri veriliyordu. Hayal meyal hatırlıyorum, hiç etkilenmediğimi. Çünkü sayılar dönüyordu sürekli haberlerde ve zaten olması gereken onların ölmesiymiş gibi konuşuluyordu. Küçük kardeşim büyüyordu. Ara sıra onun askere gidip öleceğini düşünüyordum. Sadece o zamanlar gerçek geliyordu o sayılar, kalbim sıkışıyordu. Onun dışında ise bir akşam yemeği rutiniydi olan biten. 

Belki de bu ortamda büyüdüğümden savaşı anlatan bir kitap okumaya dair hiçbir korkum yoktu. Kahramandık biz her anlatıda, kaybettiklerimiz yazılmıyordu. Bu yüzden balkanların acısı da bir sahil yeri kitabı olabilirdi. Fakat okudukça solda biriken sayfalar bir ağırlık olup çöküyordu üzerime. Öğreniyordum ki savaş televizyon ekranında yaşanmıyordu. Bir tarih kitabının kaybeden onlar ve kazanan biz anlatısı gibi muzaffer de değildi. Sefaletti, korkuydu, onarılmaz yaralardı…

Kitaptan bana bir kadın kaldı, adını hatırlamadığım; bir köyde askerlerin köye gelişini bekleyen bir kadın. Kadının bir bebeği vardı. Bebek savaşta en kullanışsız şeydi, o sayfalarda öğrenmiştim. Ağlayabilirdi yerli yersiz. Çıkardığımız savaşlardı oysa yersiz olan ama evi silahlı adamlar bastığında bu naif gerçeğin hiçbir anlamı yoktu. Maalesef kadının bebeği vardı ve bebekler askerler geldiğinde sessiz olunması gerektiğini bilmiyordu. Ağzının kapatılmasından mı panik oluyordu ya da gazı mı vardı bilmem ama bir an geliyordu ve bebek tabii ki ağlıyordu. Sonrası felaket… Dolabın kapağı açılıyor ve kadınla bebek ayrılıyordu.  Kadını tecavüz etmek için yatağa fırlatıyorlardı ve bebeğin ağlaması kutsal görevlerini engellediği için onu da camdan aşağı… Sonrasında kadın feryat figan kendini kaybediyor ve bu şekilde o da kolluk kuvvetlerine mukavemetten öldürülüyordu.

Biz savaşı izleyerek ama inkâr ederek, öyle tuhaf bir ruh halinde “atlatıyorduk”. Ama ben bu hikâyeyi yıllarca atlatamayacaktım. Düşündükçe belki başka hikâyelere dolandı mı, kafamda kura kura değişti mi bilmiyorum. Kadın romanın ana karakteri miydi, onu bile anımsamıyorum. Ama kadınlar savaşların ana karakterleriydi, bunu anlamıştım. Aklıma geldikçe o dolabın içindeki çaresizliği hayal etmeye çalıştım. Kadın, ağladığı için bebeğinden nefret etmiş miydi acaba? Ve bebeğinin fırlatıldığı an nefret ettiği için kendine öfkelenmiş miydi? Peki ya o askerler bunları yapıp geceleri kâbuslar görmeden uyuyabilmiş miydi? Birileri televizyonda o askerlerin ölümünü duyup üzülmüş müydü? Kimse haberlerde üniformalıların camdan fırlattıkları çocuklardan bahsetmiyordu. Savaşın dökümünde, kadınlar ve bebekler ancak cepheye kurşun taşırlarsa ya da vatan için bebeklerini derelere atacak kadar “fedakâr” olurlarsa yer alabiliyorlardı.

Önüme çıkan ilk fırsatta barışa dair hayallerimin olmasının nedeni savaşın ne olduğunu bana küçük yaşta en korkunç, en çıplak haliyle anlatan bu sahneydi belki de. Savaşı bilen birisi, yaşamak gerekmez illa ki, neler yapabileceğini bilen birisi nasıl barış istemezdi? Bir kadın savaşın kendi kapısına dayanmasından nasıl korkmazdı? Bir kadın bebeğiyle bir dolapta sıkışıp kalmaktan nasıl korkmazdı?

Ben bu isyanla değişirken milyonlarca evde 14 yaşında çocuklar, haydi onlar çocuk, koca koca insanlar savaşın televizyonda atılan zafer naraları olduğu bir hayata devam ediyordu. Kızamazdım, tesadüfen bir hakikate çarpmazsan sonsuza kadar yaşar giderdin gerçekliğin dışında bir yerde. Hakikat ise evlerinin bodrumlarına saklanan kadınların ve çocukların hikâyeleriydi. Savaşın failleri biliyordu aslında savaşın tecavüz olduğunu ve inkar etmiyorlardı. Duvarlara yazıyorlardı, “biz geldik, neredesiniz” diye, tehdit ediyorlardı. O sırada kimler kurşunlara inat bir çarşafın gerisinde hayatta kalıyordu?

Sahne 2: Savaşın kocaman coğrafyasını dinlemek

Bu ülkede savaş, geçen yüzyıldan bize anlat anlat bitirilemez zaferler bırakmış bir hayaletti. İçimizi kemiriyordu. Yoktu ama hep vardı. Biz onu görmedikçe karabasan gibi çöküyordu. En sonunda ise sokağımıza, kapımıza dayanmıştı. Bombalar artık memleketin “aslında çok güzel” ama tehlikeli yerlerinden çıkmış, buralara inmişti. Suriye olacaktık, inanamıyorduk. Çünkü savaş olan yerlerin de birilerinin evi olduğunu hiç düşünmemiştik galiba. Bombalar patlıyordu. Herkes birbirine “dikkat et” diyordu artık evden çıkarken. Komşular birbirine şüpheyle bakıyordu. Belki de yüzlerce yıllık bir insanlık hafızası biliyordu içten içe, savaşın bir maç rekabeti değil de, her gün selam verdiğin insanın, gün gelip katilin olma ihtimali olduğunu. Sarılmaz yaraların kazanan lehine susturulduğu bir anlatıydı. Bu yüzden o yaraları anlatmak, savaşın ne olduğunu anlatmak en büyük işti galiba. Kahramanlıklar, destanlar yazılırken yok olan “önemsiz” hayatların sözü olmak. “Cesurlar” kategorisinde yer alamayanları… Ya da savaştan korkan ama denizlerde boğulmayı göze alanların dehşetini anlatmak.

Biz barış hayalinden adım adım uzaklaşırken, Kolombiya cehennem kadar uzun bir zamanın ardından barışı tesis ediyordu. Bir arkadaşımız sürece tanıklık etmiş birinin aktarımını dinlemişti. “Barış nasıl mümkün oldu?” sorusunda verilen yanıt omuzlarımıza yük olmalıydı: “Her ailede bir ölü vardı”.

Her ailede bir ölü, her evde kocaman bir boşluk, her kalpte dinmez bir acı… Gecenin karanlığı çöktüğünde, herkesin işittiği bir sessizlikle ölülerin ağlandığı, yasın bir iyi uykular ninnisinin yerini çaldığı koca bir ülke düşünüyorum. Komşusundan korktuğunu hissetiği anda inançla barışa sarılamadığı için şimdi göz göze gelmelerdeki yasta birleşip sarılmaya mecbur bir ülke…

Savaşın coğrafyası kocaman. Savaş korkusunu içime salan coğrafyayı görüyorum, hikâyeden 15 yıl sonra. Balkanlar… Müziklerindeki coşkuya hayran olduğum, yemyeşil bir dünya… Geziyorum sokaklarında. Her köşesinde şarkılar söyleyenlerle, yıllardır sıvanmamış duvarlardaki kurşun izleri arasında kalmış bir arafla tanışıyorum. Savaş donmuş kalmış, gidememiş bir türlü. Öyle şeyler olmuş ki kimse konuşamıyormuş hala. İliklerime kadar hissediyorum, dün gibi havada asılı kalmış şiddeti. Neden sıvamamışlar hiçbir binayı? Kıyıda köşede kalmış köyler bile evlerinde açılan yaraları kapatmamış. Müze olsun diye değil,  öylece kala kalmaktan.

Kim bilir ne kurtuluş hikâyeleri, ne zaferler anlatılmıştır bu suskunluğun üzerine değil mi? Ama belki de bir kadın kocasının katiliyle komşudur hala. Nasıl yürüyorlardır o ağır havada, nasıl bakıyorlardır birbirlerine? Bir çay demleyip konuşmuşlar mıdır acaba hiç?

Rwandalı kadınlar cevap veriyor soruma.* Soykırımdan yıllar sonra hapisten çıkan faillerle yüz yüze kalıyorlar. Failler özür diliyor. Adamlar, savaşın anlatısından sıyrılıp da ellerinde şiddetleriyle kalmış. Affedilmeye muhtaçlar “hayatta kalmak” için. Kadınlar güçlü ama adamlar bitik. Kötülük kötülüğü yapanı çürütür ya öyle bitik. Kadınlar özrü kabul edebilecek kadar güçlü. Kadınlar nefretin nesilden nesile aktarılmasının ne demek olduğunun farkında. Kadınlar yaşadıkları acının bir intikam hikâyesine dönüşmesine razı olamayacak kadar sorumluluk sahibi. Kadınlar yine yaşamdan yana.

Sahne 3: Savaşın tenine yaklaştığı ama barışın hala bir şans olduğu kıyı…

Savaş… Korkunçluğunu en iyi kadın hikâyelerinden anlayabileceğimiz bir kabus. O hikayeler biliyor yazılan destanların altında ezilip yitenleri.

Bunları düşünürken tenime yaklaşan savaşa bir hikaye yazıyorum:

Havada asılı bir korku var şimdi buralarda. Herkes birbirine “dikkat et” diyor artık evden çıkarken. Bir kitap düşüyor ofiste yere, herkesin ödü kopuyor ufacık bir “pat” sesinden. Patlamamız an meselesi. Ya bir bombayla, ya bir nefret anıyla… Havada asılı korkuya sarılıyorum.

Günler geçiyor…

Dün selam verdiklerinize bugün saldıracak hale geldiğinizi hissetmiyor musunuz? Dün “farklıyız ama olsun, severim onu” dediklerinize bugün yüz çevirmiyor musunuz? Bu karanlığın içimizi kapladığını ve bizi nereye götürdüğünü görmüyor musunuz?

Görmezden geliyoruz…

Nefrete, her gün daha büyük bir şiddete gidiyoruz. “Pat” diye patlıyor savaş kentimde, sokağımda. Silahlanmaktan bahsediliyordu sanki söylemişlerdi, hatırlıyorum. Dolaba saklanıyorum, sesler geçsin diye kulaklarımı kapatıyorum. Bir süre sessizliğe güvenip çıkıyorum evden.

Sokağımı hayal ediyorum. Apartman kapısının önünde oturuyorum. Binaya dönüp bakasım yok, cephesi delik deşik. “Sıvasam ne olacak ki diyorum” kendime. İçimde açılan delikleri hangi malzeme kapatır? Herkes ne olduğunu anlamaya çalışıyor. Sokaktakilere bakmaya korkuyorum. Acaba ondan nefret etmiş miydim? Acaba o bana saldıracak mıydı? Bütün güven duygum içimde bir enkaz; o enkazı kim kaldıracak? Kim beni kapı ziline teklifsizce koşup iki soğan isteyebildiğim bir zamana geri götürecek? “Bırak cephedeki delikler kalsın.” Güzel balkanlara değmiş insan elinin kasveti düşüyor içime.  Elimi sürmek istemiyorum birbirimizde açtığımız yaralara. “Geç kaldık, tutamadık birbirimizi” diyorum.

 Savaşı böyle hayal ediyorum işte ben. Kendi sokağında yabancı kaybolmuş bir ben. Hepimiz…

Korkuyorum savaştan, herkes korksun istiyorum. Herkes kendini o dolapta tahayyül etsin istiyorum, bir bodrumda edemiyorsa. Korkudan aldığımız güçle barışa sarılalım, mücadele etmek tek çaremiz olsun istiyorum.  

Barış talebi nasıl oluşabilir? Bu sorunun peşindeyiz yıllardır. Şimdi bakıyorum da, 14 yaşındayken barış benim için anlamsızdı. Savaş mı vardı? Üstelik olsa da bana mı vardı? Bilmiyordum o zamanlar nefretin soluduğum havaya sirayet ettiğini, başkalarının suskunluğunun üzerine bir gelecek inşa edilemeyeceğini, o acıların bir gün elbet benim de kapıma dayanacağını. Kafa yordukça, hissettikçe barış sadece bir talep olmaktan çıkıyor, içimdeki tedirginliğin tek çıkış yoluna dönüşüyor.

Komşumdan şüphe etmek, sokağımda yürüyememek, evimde bir dolapta hayatta kalmaya çalışmak, kendimi batacağını bildiğim botlara atacak kadar dehşete düşmek istemiyorum.

Her evde bir ölü olduğunda yas elbet bizi ortaklaştıracak. Herkesin içini aynı acıtır sevdiğini kaybetmek. Peki, şunca hafıza biriktirmişse insan şiddete dair, beklemek lazım mı yasta buluşmayı. Yasta buluşmak istemiyorum kimseyle. Katmer katmer yaslarımız var iyileştiremediğimiz. Daha fazlasını sırtlanmayalım istiyorum.

Ben barışın mümkün olabileceğini görmüş nesildenim. Bu yüzden onun ihtimali uzaklaştıkça nefesim daralıyor. Peki, sen korkmuyor musun? Neden barış istemiyorsun sevgili komşum? Savaş bir haber bülteni değil, bir kahramanlık manşeti ya da bir miting çığırtkanlığı değil.  Sevgili komşum, umarım yarın da kapını çalabilirim, umarım yarın da çocukların kedimi sevmek için kapımı çalabilir. Umarım savaştan hepimiz çok korkarız ve barış için kapı zillerine koşarız.

*(http://www.nytimes.com/interactive/2014/04/06/magazine/06-pieter-hugo-rwanda-portraits.html?_r=1&register=facebook)

Konuk Yazar

2 yorum

  • Uzun olmasına rağmen iştahla okudum. Gönül tercümanlığındaki başarınız hayran bıraktı. Bu cümleler, bu naif üslup ileride bir kitabın sayfalarını oluşturabilir. Oluşturmalıdır da.
    Muhafaza ediniz. :)

  • bunu okuduğumda bir cuma günüydü ertesi gün beşiktaştaki patlama sonraki hafta kayseri şimdi de rus büyükelçi..Allah beterinden ve tekrarından korusun.nerdeyse aynı paranoyayla yazarın olaylarla ilgisi olduğunu düşüneceğim