Konuk Yazar: Aşık Bahrure
Sivil toplum kuruluşları, hibeler, fonlar, eğitimler… Türkiye’de muhalefetin sinmesiyle STK’cılığın dışarıdan en çok desteklendiği bir dönemden geçiyoruz. Muhalefetin yokluğunda, insanların belki de soluklandığı; es verdiği mecralar sivil toplum kuruluşları. Ben de nefes almak için belki, belki de örgütsüzlüğün bir dayatması olarak gidip geliyorum eğitimlere. Bazen katılımcısı, bazen de düzenleyicisi olarak. Çalışmalara Türkiye’nin her yerinden insanlar katılıyor. Aktivistlerin politikaya etkisi, konjonktür falan filan. Herkes ziyadesiyle hararetli, iddialı… Etkinlik başı oyunlar oynanıyor herkes cinsiyetsiz sarılmalar tokalaşmalar. Kimsenin yaşam tarzı beni ilgilendirmiyor elbette hatta herkesin inandığı şekilde yaşamasını sonuna kadar destekliyorum ama “Ben burada olmak zorunda mıyım?” sorusu da zihnimin bir köşesini tırmalıyor.
Çünkü hak savunuculuğu yapmaya karar verirken Medine Vesikası’nı şiar edinmiştim. Ki o dönemin bir nevi evrensel insan hakları bildirgesi olduğu düşüncesiyle, vesikanın her kabileyi kendi kimliği ve iç kurallarıyla kabul eden, bu bağlamda her kesimin kültür ve kimlik korunumuna verdiği önem ile projeksiyonumu oluşturmuş ve bir Müslümanın toplumsal “adalet” tesisinde kendini konumlandırdığı yerde konumlandırmıştım kendimi.
Hak savunuculuğu yaparken Medine Vesikası’nı sırtıma alıp güncel/evrensel değerleri de kendime rehber ediniyorum. Çünkü herkes için hak, herkes için adalet istiyorum. Hak mücadelesi iddiasında olanlar her kesimi kapsayabilmeli, ötekinin kendi gibi kalabilmesini sonuna kadar desteklemelidir.
Fikrimce hak savunuculuk “Önce kendi haklarını savunabilmekten ve kendini koruyabilmekten” başlar diyorum ve bir soru daha soruyorum kendime:
“Kendimi -kendimle- burada ne kadar var edebiliyorum?” Müslüman kimliğiyle kendini sivil toplum kuruluşlarında örgütleyen kesimin sayıca azlığını fark ediyorum. Katıldığım birçok etkinlikte genelde azınlık oluyorum (farklılık manasında). Kendimi bazen yalnız hissediyorum tam o anda iç sesim konuşuyor: “Ben Müslümanlık kimliğini üzerimde taşımak istiyorum”. Kendimce inandığım değerlerim ve bu değerler temelinde belirlediğim kurallarım var. Müslüman bir kadın olarak Müslüman bir STK’da kendini var edememiş biri olarak (ki bu başlı başına bir yazı dizisi) sanırım seküler bir mecrada kendimi yok ediyorum.
Benim dönüştürmeye çalıştığım haksızlıklar var, hak mücadelesi veriyorum, iyi işler de oluyor ama ben de dönüşüyorum. Sonra böğrüme bir öküz gelip oturuyor ve o an olduğum yere aidiyet kuramıyorum. Ben sırtımı Allah’ın yasalarına dayamak istiyorum. Ben iç huzuru kazandığım değerlerimi kaybetmek istemiyorum. Çoğu zaman katıldığım etkinliklerin azınlığı olarak kendi kurallarımı korumaya çabalamaktan yoruluyorum.
Bir an geliyor ki “Ben Müslümanım” demek istiyorum. Muktedirleri “din”le ilişkisinden vururlarken, beni de ilişkimden vuruyorlarmış hissine kapılıyorum.
“Hepimiz farklıklarımızla varız” derken bir el tarafından üst bir kimliğe geçirildigimizi cinsiyetsiz, kimliksiz, renksiz insanlara dönüştürüldüğümüzü fark ediyorum. Hak mücadelesi verirken kendimi korumanın mücadelesini vermek istemiyorum. Kendi mahallesinin dışlanmışı, karşı mahallenin tırnak içinde aydınlanmışı olarak aslına katmerli bir mücadele veriyorum. Tüm bu serüven gözümün önünden geçerken çok küçük yaşlarda öğrendiğim bir ayeti hatırlıyorum: “Birbirinize hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna”. Sonra “cem olmanın” tavsiyesi geliyor aklıma, sonra “erdemliler birliği”. Toplantı saatlerini namaza göre düzenlemenin hatırası canlanıyor… İftar sonrası akşam buluşmaları, bayramlaşmalar, insanların birbirine dokunmadan da birbirini çok sevdiğini bildirebildiği zamanlar. Objektif, tarafsız gibi kelimeler yerin şiarimi “adil şahitlik” üzerine inşa ettiğim zamanlar… Benim gönül rahatlığıyla kendimi tanımladığım ve tanıttığım zamanlar… (azıcık gözyaşı döktüm burada)
Müslüman bir hak savunucusu olarak kendimi yitirmekten korkuyorum. Herkesin kendisi gibi kaldığı ama birbirine de omuz verdiği zamanları hatırlıyorum. “Kendisine apaçık deliller geldikten sonra, parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın” diyen Allah’a kendimden sığınıyorum…
Dipnot:
Sitemim herhangi bir kesimin yaşam tarzına değil kendi yaşam tarzımı koruyamamayadır. Dileğim odur ki, fasulyenin ve nohutun bir aşure gibi kabile kabile yaratılmış dünya tenceresinde birlikte pişmesidir. Lütfen Tanrım. Âmin.
Ben mi yazdım bunu?
Çok teşekkür ederim yazınız için. Stk özelinde olmasa da son günlerde bu konu üzerinde düşündüğüm için, şimdi de böyle bir yazıyla karşılaşmak şaşırttı beni.
Hani bu blog yorumlarında konuşuyoruz ya, aa ben tek değilmişim, diye; daha iyiyi arayışımızda tökezleyip, geldiğimiz yere dönüp bakmak gibi demek ki ve bunları aynı yerde yaşıyorsak dikkate değer.
Ben de Müslümanım Aşık Bahrure, seçilmişlik kibrinin sığ sularına düşmeden, hem de kimliksiz hoşgörü şemsiyesinin altında erimeden birbirimize dayanmak duasıyla.
Merhaba, oldukça seküler bir stk’da çalışıyorum ve yazdığınız her cümlenin bende benzer karşılıklar var ve keşke sizinle bir yerde oturup, çay içerken artık gözyaşı dökmek yerine ne yapmalıyızı konuşabilsek, çok isterdim:)
Yazınızın her kelimesini hissettim …yalnızca derinden yaşanılan duygulara tercüman olan cümleler hissettirebilir.. hissettirdiniz ..ve anladığım kadarıyla bu dünyadan gitmeden inandığı degerlerin Azda olsa hakkını verebilme çabasında , yorumlarda da gördüm kadarıyla yanlız değilsiniz…umarım yıllar sonra gelen nesiller adınızı, adımızı iyi işler yapan derin ruhlu akıllı apaydın kadınlar olarak anarlar…saygılarımla
Türkiye’de bir STK’da çalışmadım. Ama bahsettiğiz seküler ortam özel sektörün büyük bir bölümüne hala hakim. Ve ben özel sektörde çalışmanın ve beyaz yakalı olmanın bedelini resmen kimlik bunalımı geçirerek ödedim. Bahsettiğiniz iki arada kalmışlık duygusunu, nereye ait olduğunu bilememe halini o kadar ama o kadar iyi anlıyorum ki… Keşke “Bir STK ruhsuzu”nun da bahsettiği gibi bir araya gelip konuşma imkanımız olsa…