REÇEL

Keşke Sen de Unutsaydın Mehmet

Unutmak kolay mı deme, unutursun Mihribanım

Konuk Yazar: Messi’nin Baldızı

16767489222_516c0cfe2e_o

 

Çalan dokunaklı her türlü şarkı türküyü kendime yorma dönemlerinden birindeydim bu satırları yazarken. Nerde büyürsen büyü, nasıl yetiştirirsen yetiştir kendini, yine o derinden gelen acına kendi coğrafyandan bir bağrı yanıklık eşlik ediyor ya açıyorum Neşet babayı:

“Gelenden gidenden oy haber sorarım

Zahidem bu hafta oluyor gelin”

Ah diyorum Neşet, kim bilir ne kadar beklettiler de Zahide’yi, en son sevemediğine vardı o kırık beklentileriyle. Zahide’nin kendi söz hakkı olmadığı gibi ona intizar etmeye de kimsenin hakkı yoktur ya, Neşet de boynu bükük devam ediyor

“Zahidem kurbanım, hep bende kusur”

Hadi diyorum battı balık yan gider, benim depresif aşk acısını dibine kadar yaşama çabam, kendisine türkü yakılmış kadınların makus kaderlerinin feminist sözcüsü olmak oluyor. Musa dayıma geçiyorum, o da boş durmuyor:

“Unutmak kolay mı deme, unutursun Mihribanım

Oğlun kızın olsun hele, unutursun Mihribanım”

Mihriban da Zahide gibi, muhtemel uzaktan uzağa kesilmiş, kendisine dile getirilmemiş sevdalar beslenmiş, son anda eline gizlice tutuşturulmış kırık bir kalple yine sevdiğinden, sevildiğinden başkasına uğurlanmış bir kadın. Napacaktı diyorum, Mihriban unutmayıp da napacaktı? Yasını tutup yemeden içmeden mi kesilecekti, senin atamadığın adımın bedelini canıyla mı ödesindi Mihriban? Kadınlara yazılmış türkülerin içindeki intizarlar, “Beni koyup bırakıp gittin.”ler, o minik erkek çocukları. Hiç halden anlamayan o şımarık tavırları. Büyük takım elbiseler içinde, hâlâ taso ütmenin peşindeki o ruhları.

Bitmiyor ki, bir de  ‘Oy Asiye’ var, adamın cebinde taşıyabileceği ekonomik boyda. Hiçbir kadın öyle potansiyelden pasif değildir tabii, toplumun pasifize ettiği son şeklini ‘feminenlik’ diye yedirirler bize ama bu kuralı bu coğrafyada çiğneyebilmiş az kadın gruplarından biri de Karadeniz kadınlarıdır. Coğrafyanın sertliğinden midir, yaşam koşulu zorlukları mıdır onları bu kadar hırçınlaştıran bilinmez ama, şunu bilir şunu söylerim ki, ortalama bir Asiye cepte taşınabilir durgunlukta değildir, durmaz ki yerinde. Kim bilir neler dediler de, kırdılar Asiye’nin hevesi, onu da everme derdine düştüler gencecik bir kızken daha. Ondan bi mahzunlaştı bakışları Asiye’nin. Eski hevesle dadanmaz oldu fındık dallarına.

Türküleri bile toplumsal cinsiyet analizleriyle dinlemeye başladığım an tükendim belki de ben, bilmiyorum. Tek bildiğim, bu coğrafyada kadınsan, sevsen dert, sevmesen dert; bir sevme eyleminin öznesi olmak bile çok görülüyor çoğu zaman. Sen sevil, sevilme, reddet, reddetme, öyle bir biblo gibi duruver kenar köşede. Bir gün sana da yazılır belki, “Elif dedim be dedim.” diye.

Konuk Yazar

12 yorum

  • Çok güzel… Çok düşündüğüm o kadar çok şeye dokunuyor ki. Güzel ve tam yerine oturan kısmına değil de, kafamdaki soru işaretine değen kısmına değineceğim ama. Belki yazarın da kafasındaki sorulara denk geliyordur tabi… Cebe sığmamak ve orada durmamak öyle iyi bir nokta ki! Fakat cepte taşınmak kadınlar için neden önemli? O kadar çok kadın biliyorum ki -belki kendim de dahilim buna- biri beni cebinde taşısın istedim. Aslında başka bir sıkışmışlıkta, kaçmak istediğim yerden daha iyi bir yere giden tek yol muydu benim için diye düşünüyorum şimdi. Aşk, sevda evet… Ama kadınlar aşık olduklarında da, terk edildiklerinde de, hiçbir zaman özgür ve eşit koşullarda değiller. Atıyorum köydeki Asiye ile şehirdeki Asiye’nin de tepesinde ailesi var. Kadın tercih yapmak zorunda. Sevdiğine kaçmak ya da kendi seçtiğiyle yaşamak her zaman bir mücadele. Aileler çocuklarını, özellikle de kadınları mülkleri gibi gördükleri için belki de. Bu mücadelede adamlar “o adımı atamayan” oluyor çoğu zaman. Zira kadınlar da evden çıkıp gidemiyor. Korkular… Ben bu kaderimizden nefret ediyorum işte. Yani bir tutsaklıktan kurtulmak için birini cebinde olmak. Çünkü bilmiyoruz. Ailemden azade olmadığım zamanlarda bir sevdiğim vardı. Evlenmeye gelince “yan çizdi”. O zaman çok kızdım. Şimdi umrumda değil. 23-24 yaşındaydım. Allahtan yan çizmiş dedim. Alakamız yok şimdi. Ve bir gün babamın despotluğundan bezip kopardım bağları. İyi ki sevdayla özgürleşmemişim dedim. Belki de o zaman o adamın o kadar kıymetli oluşu ailemden kurtulmanın evlenmekten başka bir yolunu göremiyor oluşumdu. birey olarak özgür kaldıktan sonra yaşadığım her şey daha gerçek gibi düşünüyorum. Ama bunlar sadece duygular, varsayımlar. Neyse ki sevdiğim adam o adımı atamadı diye birine “verilmedim” Nispeten şanslıydım. Çok aday bakıldı tabi. Ama işte huysuz ve sevimsiz tavırlarla kazandım bi şekilde bağımsızlığımı. BU da mühim, aile şefkatini gözden çıkarmadan bu işler zor. Kadınlara öyle hem sevgi, hem şefkat, hem aşk, hem özgürlük yok. Diş tırnak kazanılacak hepsi illa. Çok uzattım. Diyeceğim o ki, sevdalandığı adam onu cebine koyup götürmediğinde Asiye’ye kalan hayat başka türlü olsa o cep de o kadar önemli olmayabilirdi gibi bir şey demek istiyorum. Bu yüzden en azından koşulları buna daha uygun olan kadınların aşktan önce aileden bağımsız olması bana çok önemli geliyor. Ailemle bağlarımı kopardıktan sonra içimde güçlenen kadının düşündükçe gözlerim doluyor, gerçekten. Ben sevgiliye gelene kadar ailenin asıl sorun olduğunu düşünenlerdenim. Sevgili buradaki çaresizliiğin üstüne katmer oluyor gibi hissediyorum.

    • ” O kadar çok kadın biliyorum ki -belki kendim de dahilim buna- biri beni cebinde taşısın istedim. Aslında başka bir sıkışmışlıkta, kaçmak istediğim yerden daha iyi bir yere giden tek yol muydu benim için diye düşünüyorum şimdi. Aşk, sevda evet…” kısmında, benim de aklıma Collette Dowling’in Sindrella Kompleksi kitabı geldi. Orda da benim ve sizin kafanızı kurcalayan kısma çok odaklanır yazar, aşk-evlilik, bize öğretilen bir kaçış yolu mudur? Yoksa cidden bahsedildiği kadar iyi/güzel/bizi kurtaracak bir mefhum değil midir? Yazdıklarınıza ben de katılıyorum, kendi annem de mesela ailesinden bağımsızlığı evlenerek elde etmiş, başka bir mahkumiyete hapsetmiş kendini bence. Ve benim evlenmeden kendi başıma özgürlük isteme çabalarımı çok garipsiyor, çok içselleştirdiğimiz bir kültür meselesi burda söz konuu olan maalesef. Tabi kim istemez mutlu evliliği olsun, saygı sevgi çerçevesinde sürsün etsin ama erkeklere tanınan “hayatını yaşama evresi” kadınlara tanınmadığı, evlilik “yükümlülükleri” de çiftler tarafından tam anlamıyla eşit olarak paylaşılmadığı sürece, kadınların evlenerek kazandığı “sözde özgürlüğü”yle toplum kendi yalanını kendi içinde sürdürmeye devam edecek. Tek başınıza özgürlüğünüzü elde etme çabanıza saygı duyuyor ve en içtenliğimle tebrik ediyorum, cidden zor bir şey yaptığınız, umuyorum ben de ekonomik özgürlüğümü elde edince, ceplere avuçlara sığmayan bir Asiye olarak isyan bayraklarını çekip kendi topraklarıma bayrağımı dikeceğim :)

      • tabi o kadar içimize sinmiş ki kurtarıcı rolü, özgür kaldığımız zaman dahi “gerçekten mi” hissi sürüyor sanırım epey. bitmiyor da aslında, aile hep bulduğu her fırsatta iktidarı yeniden sahiplenmek istiyor. ama dediğiniz gibi ekonomik özgürlük gerçekten ama gerçekten tek yol. aile dediğimiz şey basbaya para ilişkisi. asla karşılıksız bir geçindirme hikayesi yok. Sindrella Kompleksini okuyacağım, merak ettim. Zaten tarihsel olarak kahraman olarak büyütlüp tepemize çıkarılmış erkeklere bir de biz aşkın, sevmenin dışında özgürlüğümüzün anahtarı muamelesi yapınca tepemizden indiremiyoruz sonra. Aile ve kurtarıcı aşktan bağımsız sevmeler dileğiyle hepimiz için :)

        • okuyun kesinlikle tavsiye ederim, ben çoğu yerde kendimi buldum :) içselleştirilmiş bi erkek yüceltilmesi var, sanki onlar her şeye kadir de biz daha pasif, edilgen varlıklarmışız gibi. idrak etmek bile çok zaman alıyor, yine de görebildiğime mutluyum kendi adıma. “erkeğim beni taşıyabilmeli” den “omuz omuza gidebilmeliyiz”e varan ince çizgide mutlu olmak dileğiyle :D

      • Bir kadının kendisi olamadan, sadece kaçıp kurtulmak için evlenmek istemesi, zorlu bir maceraya atılmak istemesi olarak okunabilir evet. Hatta diğerleri tarafından çok da mantıksız görünebilir. Ama inanın o kadın, bundan önceki tüm çareleri defalarca ama defalarca düşünmüş hatta denemiş olabilir. Hem de gayet mantıklı bir şekilde… Mesela babasına isyan bayrağını çektiğinde, geride kalanlara yaşatılacak olan acıyı düşünerek bundan vazgeçmiş olabilir. Sadece güçsüzlüğünden değil, arkada kalanlara olan şefkatinden mesela… Ya da artık bir cehennem haline gelmiş olan “aile evini” boykot ettiğinde, bir başka “cehennem ev” olan toplumun içine düşeceğini ve onlarla kendi başına savaşmak istemenin, yel değirmenlerine karşı savaşmak olacağını önceki çıkışlarında tecrübe etmiş olabilir… vs. vs. liste uzar gider. Kısacası yazarın önerisine katılıyorum yani kendine varmadan, bir başkasına varmak istemenin o kadar da mantıklı olmadığını biliyorum.. Ama bu realite, bir başka realitenin de yanı başında usul usul yaşamasına mani olamıyor ne yazık ki… O nedenle bunu isteyen kadınlara sadece tek çare olarak bu reçeteyi sunmak, ne yazık ki böyle bir toplumun içinde yaşanırken her zaman mümkün olamıyor.

        Bazı kadınların şartları biraz daha esnek olabilir, o nedenle bu çemberden önce kendini kurtarıp “kendine varan” yola çıkabilir ve orada gezinirken “aşk”ını bulabilir, kendi olarak ve kendi kalarak aşkı ile gezintiye devam edebilir.. ya da onunla gezinti “bir cebe sığdırılma” faaliyetine dönüşebilir ve o kadar da memnuniyet verici olamayabilir, gezisine kaldığı yerden kendi başına devam etmek isteyebilir..

        Başka bir kadın için ise kendine çıkan yol tamamen kapatılmış olabilir, hatta belki evlilik bile.. Buna rağmen bunca zorluğun içinde kendini bulma çabasında olabilir, ve bu mücadele içinde iken birisi gelip elini uzatarak düştüğü yerden çıkabilir, kendine varması, kendine gelmesi için bir gezintiye davet edebilir.. ve kadın bu yola bazen de bu şekilde, yani hiç kimsenin cebine girmeden sadece uzatılan bir ele tutunarak çıkabilir.. o cehennemden ancak birisi ile kurtulabilir, ve sonrasında onunla yürürken kendisini kurabilir.. yanındaki de onu cebine koymadan, sırtında taşımadan sadece varlığı ile iyi edebilir..

        benim hikayem bu sonuncuya tekabül ediyor.. evet ben şanslıydım, hikayenin sonu iyi bitti.. ama
        yine de tek bir reçete, tek bir yol yok hayatta.. evlenerek yola çıkma bazıları için kaçış değil, hatta lüks bile olabilir.. hatta bazıları için cepte taşınmak bir nimet bile.. insan sayısı kadar, hikaye sayısı ve bir o kadar da reçete var hayat denen yolda.. dolayısı ile yazarın söylediklerine katılsam da istisnaları da hatırlatmak istedim.. bir de toplum cehenneminin, aile cehenneminden daha az zalim olmadığını.. söyleyeyim dedim..

        • sevgili can sude, elbette ki başka ihtimaller, çok çeşitli hayatlar, yaşanmışlıklar var. “kadın” diye tek bir kotada erimiyoruz hiçbirimiz, hepimizin üstündeki bastırılmışlık farklı, yetiştiğimiz şartlar koşullar çok farklı. dediğin gibi bazen evlilik hakkaten bir kaçış yolu oluyor ya da o bile lütuf oluyor, güçsüzlük değil de geride bırakılanlara merhamet elimizi kolumuzu bağlıyor, çok haklısın, yorumuna katılıyorum ben de. aile cehennemi de toplum cehenneminden bağımsız değil diye düşünüyorum en neticesinde, toplumu da oluşturan, bir araya gelmiş bir sürü aile değil mi.. ya da aileden çıkan/dışlanan/çıkamayan bireyler.. tek bir yol yok, belki aynı hedef için her insan farklı bedel ödüyor, keşke bedeli olan bir özgürlük veya tercih yerine bize direkt sunulan bir durum olsaydı bu.

        • evet… toplumun cehenneminde yalnız bir kadın olmaktan sa aileden kaçmak için evlenmek bile bazen en iyi seçenek olabilir. ve evet milyonlarca hikaye var. örneğin aileden kurtulmak için evlenip sonra da -ekonomik özgürlüğüne güvenerek- boşanıp bu korkunç toplumun avcuna düşüp evinde yalnız yaşayan, her sosyalleşme girişiminde “dul” oluşu yüzüne vurulan bir annenin kızı olarak aslında kadınlar için iyi ihtimallerin inanılmaz az olduğunu biliyorum. fakat hepsinin altında benim gördüğüm bizi terk eden sevgililere yüklendiğimiz kadar aileye yüklenemiyoruz. örneğin ben babama rest çektiğimde bir çok feminist arkadaşımla paylaşmıştım, heyecanla… ama aldığım karşılık bir duygusallık ve “ya sonuçta baban” olmuştu. inanılmaz hayal kırıklığına uğramıştım. yani bu aile duygusunu yenemiyoruz malesef. o şefkat, o kıyamam hali de en büyük cehennem oluyor bize. babaya isyan etmek malesef destek gören bir eylem olmuyor, dostlar tarafından bile. kadın baya yalnız, kadın dayanışmasında bile. ki her şeye rağmen tek dayanağımız. birlikte onu da güçlendireceğiz galiba. ama aile çok büyük bir tabu. aslında önerdiğim bir reçete değildi. kimse için kolay olmayan bir yol ve çoğu zaman imkansıza yakın zorlukta. ama daha büyük bir aile eleştirisine ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.

  • yalnız türkülerin hikayelerini bir daha gözden geçirin derim mihribandan sonra adam evlenmiş mi acaba? sevdiğini istememişte mi vermemişler?yoksa istediği halde mi vermemişler? yada zahideden sonra sevdiği adam kendi olabilmiş midir acaba? bayan gözüyle bakmak tamamda iki tarafında dinlenmesi lazım bence..mihriban, zahide veya asiye unutmayıp ne yapacaktı izin mi vermişlerdi sevdiceğine kavuşmaya, unuttular ama diğer taraf ne oldu bakmak lazım…

  • tabi, erkekler de acı çekmiştir illa. yine de içimdeki kolektif hafıza, kadınların kederi daha çok diyor be gelincik..

  • ”Napacaktı diyorum, Mihriban unutmayıp da napacaktı?” Mihriban’ın ya da ötekilerin unuttuğunu kim söyledi? Unutmak diye bir şey yok! Unutmak kısa süreli bir bellek kaybı ya da güneş çarpması gibi bir şey. Ama insan kendine geldiğinde her şeyi yine bıraktığı gibi buluyor/bulacaktır.