Yazar: Büşra
Görsel: Anna Boyiazis
Bugün gördüğüm iki haberle sarsıldım. Birincisi, Kanada’da, kocaman bir aile planlı, ırkçı ve İslamofobik bir saldırı ile yok edilmiş; geriye sadece 9-10 yaşlarında bir erkek çocuğu kalmıştı. İkinci haber ise, Nişantaşı’nda bir parkta, başörtülü bir kadının, orada yaşamayı hak etmediği öne sürülerek sözlü ve fiziksel şiddete maruz kalışı…
Birkaç gün önce, Manchester’da başka bir başörtülü bir kadının bisiklet sürerken darp edildiğine dair paylaşımlarını da okumuştum. O zamana kadar, kask takarak bisiklet sürdüğü ve başörtüsüyle o kadar da görünür olmadığı için, aslında o bölgede başka bir sürü başörtülü kadının uğradığı bu şiddetle daha önce karşılaşmadığını düşünüyordu kadın. Dünyada kaç farklı yerde benzer zamanlarda benzer eğilimlerle, özellikle kadınlar şiddete uğruyor, darp ediliyor, hayatlarını istedikleri gibi -bisiklete binerek, Nişantaşı’na giderek, parkta oturarak- yaşamalarına engel olacak her müdahale yapılıyor.
Böyle bir haberi okurken ilk başlarda keskin bir endişe hissederim. Çünkü her kadın ve bu vaka özelinde her başörtülü kadın ya benzer bir sözlü şiddete uğramıştır, ya da uğrayan bir arkadaşı vardır[1]. Sadece Reçel yazılarında bile benzer aktarımlara rastlayabilirsiniz. Ben de “kahvecide fotoğraf çekip, gülen türbanlı kadınlara” şiddet uygulamak isteyen [küfürlü kısımları böyle sansürlüyorum] arkadaşımın arkadaşını hatırlıyorum. Benim arkadaşlarımın arkadaşlarına bile dalga dalga yayılmış bir nefret var. Ve genelde kimse nefretinin sorumluluğunu almıyor. Öyle ya, o kadınlar başörtü takmayı seçtiklerine göre birilerine benzemeyi, birileriyle ilişkilendirilmeyi zaten çoktan kabul etmişlerdir. E o zaman şiddete uğrama ihtimalini göze almışlardır, ona göre önlem de alsalarmış? Nişantaşı’na gelmeselermiş mesela? Fail Eray Çakın bunu istediğini zaten bağıra bağıra söylemiş. Demiş ki; başörtülüysen şehrin tadını çıkaramazsın. Nişantaşı gibi keyifli bir yer senin için değildir. Sen geldiğinde benim keyfim kaçar. Halbuki sen Gaziosmanpaşa’da oturmalısın, çünkü zaten orada oturan insanlar İstanbul’a sonradan gelmişlerdir, Nişantaşı’na giremezler, hadlerine olmayan şekilde eğlenemezler, parkta oturamazlar, kedi sevemezler ve makbul olduğuna inanılan beğenilere de sahip olamazlar.
Sadece bir saldırganın ağzından dökülenlerde bile, “sadece saldırgan” deyip geçmeden, görebileceğimiz ne çok tarih var. Failin başörtülü kadını gördüğü ve sinirle bağırdığı ilk anlardaki tepkisi oldukça anakronistik… Son zamanlarda başörtüsünün İstanbul’un merkezden uzak, yoksul semtleriyle değil; babalar ya da kocalar üzerinden haksız kazanç ile elde edilmiş yatlar, partiler, pahalı tatiller ve kafelerde yenen paralar ya da görgüsüz bulunan mobilyalar ve dekorasyon zevki ile yan yana getirildiğini görüyoruz. Fakat ortak bir noktaları var: finansa sahip olmayı başarsa da, başörtülü kadın onu harcamasını bilmez, bilemez. Ve zaten bu senaryoların hiçbirinde Türkiye’nin “Avrupa Yakası” Nişantaşı ve başörtüsü yan yana duramaz.
Böyle bir haberi okurken, ikinci olarak “Bu benim başıma gelse ne yapardım? Hakkımda nasıl yazılmasını isterdim? İnsanların desteği, benim meselemi mesele edinmeleri bana ne kadar destek olur?” diye düşünmeye başlarım. Çünkü herkes kendi sesini yükseltmek için mağduru çekiştirirken; travmasını yaşayan kadının tamamen dışında bir evrende ona dair bazı damgalar yayılıyor. Bunlardan bazıları, mesela mağdurun kadın ve başörtülü olduğunu söylemek, failin nefretini ifşa ediyor, evet. Ama öte yanda, bu nefret üzerinden siyasi çıkarlarını besleyecek, bu nefreti harlamaya her zaman devam edecek ve hiçbir zaman çözülmesini istemeyecek bir sürü hesabın malzemesi oluyorsun. Başörtülü kadına nefret ne kadar toplumsal bir gerçekse, başörtülü kadın üzerinden hesapsız kitapsız, sorumsuz bir kutuplaşmayı ve nefreti tetikleyeceklerin varlığı da o kadar gerçek. Akademisyen olduğunu vurgulamak ise, insanlar alınlarında akademisyen olduklarını yazarak gezmediği için ve ayrıca parklarda ve Nişantaşı’nda eğlenmek herkesin hakkı olduğu için, anlamlı olmuyor.
Son olarak, bu yazının yazıldığı zaman itibariyle, fail hakkında adli sürecin başlamış olduğunu biliyoruz, ancak sonraki gelişmelerden haberdar değiliz. En büyük talebim Eray Çakın’ın yargılanması ve suçunun cezasız kalmaması… Ayrıca sosyal medya paylaşımlarında çok sayıda kişide gördüğüm “failin cezasını alacağına” dair inançsızlığın, örgütlenip kadına şiddetle mücadelede dönüştürücü bir güce sahip olmasını temenni ediyorum. Madem bu kadar inanılmıyordu, neden gerekli düzenleme ve uygulamaları talep edilmiyor ve var olanların kaldırılmasına dair bir şey söylenmiyor? Faillerin yeterli bir ceza almayacaklarına ve salıverileceklerine dair bu yoğun inançsızlık, İstanbul Sözleşmesi’nden sonra neler olacağı ile ilgili yeniden düşünülmesine -şimdiye kadar düşünmeyenler için- vesile olabilir. Sözleşmenin feshinden sonra faillere nasıl yaptırımlar uygulanacağı ile ilgili şu Reçel yazısı nı okuyabilirsiniz:
Uygulamadaki farkları özetlemek gerekirse, daha önce mağduru korumak maksatlı “Kadının beyanı esastır” ilkesi geçerliydi. Şimdi ise delil isteniyor. Bu durumun vahameti yeterince anlaşılmıyor sanırım, ev içinde şiddet gören kadından, polise gittiğinde delil istenmesi demek, kadının tekrar ve hatta daha kötü şiddete maruz kalması demek. Sözleşmeyle beraber, karakollardan alınan tedbir kararı, yerini savcılığa yönlendirmeye bıraktı. Bu durum yine aynı şekilde kadının çaresizliğini arttıran, daha hızlı aksiyon alınması gereken durumlarda kadını yalnızlığa ve şiddet gördüğü kişiye ve yere iten bir durum… Önceden, istismar faili tutuklu yargılanıyorken; şimdi tutuksuz yargılanıyor. Bu da yine mağdurun tekrar istismara ve şiddete maruz kalma ihtimalini doğuran bir durum… Gördüğünüz gibi sözleşmenin önceliği mağduru korumak iken, şimdi mağdurun korunmasına dair tek bir adım yok ve bunu normal karşılamamız gerekiyor. Bu duruma sevinen insanların anlamak mümkün değil.
[1]: Bu cümlede, Tumblr kullanıcısı anexperimentallife tarafından dile getirilen ve 5Harfliler’de mahmure seker tarafından aktarılan başka bir cümleden esinlendiğimi belirtmeliyim.
İnsanlık kalmamış
1995 seçimlerinden sonra bir akrabamız milletvekili olmuştu. Ben de Ankara’da üniversitede okuyordum. Hayırlı olsuna demek için bir eakadaşımla meclise gittik. 19-20 yaşlarında iki genç kız, milletvekili odalarının olduğu koridorda yürürken bizi gören bir milletvekili hakaretler ederek ve başörtülü orada bulunamayacağımızı bağırıp söyleyerek hızla bize doğru gelmeye başladı. Neye uğradığımızı anlayamadık. O sırada önünde durduğumuz kapı açıldı ve birisi bizi içeri davet etti. Neyse ki saldırgan başka bir milletvekili ile uğraşmayı göze alamayacak çekti gitti. Bu da böyle bir anıdır işte. O gün bizi eline geçirecek olsa belki de fiziksel şiddet uygulayacak olan o adam, bugün sorsan başörtülülerin zulüm görmediğini iddia eder.