REÇEL

Harlem’in Kadınları

Harlem diye bir diziye denk geldim geçenlerde. Adından anlaşılacağı üzere Harlem’de yaşam üzerine kurulu bir diziydi ama sadece kadın karakterler üzerinden yapıyordu bunu.

Yazar: Esra Karadoğan

Etrafımdaki herkes otuz yaşından sonra eskisi gibi yani çocukluk ve gençliğimizdeki gibi samimi arkadaşlıkların olmadığını, yenilerinin de öncekiler gibi sağlam olmadığını söylüyordu. Ben kolay arkadaşlık edebilen biriyim, samimi olmak değil ama insanlarla genel olarak iyi iletişim kurabildiğimin farkındayım ve ilk gençlikte kurabildiğim sağlam dostluklar olmasına rağmen bu bakış açısını anlayabildiğimi düşünüyordum. Yıllarca değişimine eşlik eden insanlar varken yakın zamanda tanıştığın insanın seni anlamasını beklemek ya da karşındakini tanımak, sonra hayal kırıklığına uğramak zor geliyor olmalı diye düşünüyordum. Hayat gailesi, koşturmacalar zaman zaman insanları birbirinden uzaklaştırabiliyor. İşte o zaman anladım ne denmek istendiğini.

Harlem diye bir diziye denk geldim geçenlerde. Adından anlaşılacağı üzere Harlem’de yaşam üzerine kurulu bir diziydi ama sadece kadın karakterler üzerinden yapıyordu bunu. Bu bile seyretmem için yeterli bir sebepti. Başlarda sadece flört, sevgililik, ilişkiler üzerine kurulu sandığım dizi bir süre sonra siyahi kadınların kariyerlerini ve kendilerini inşa etmelerine dayandı. Birbirinden farklı özelliklere sahip dört arkadaşın farklı iş kollarında siyahi bir kadın olarak her gün verdikleri savaşları, çatışmaları, çabalarını da anlatıyordu. Irkçılık, öteki olmak, kadın olmak üzerine tiratlarla başlayan dizide güncel sorunlar gerçekçi karakterlerle işleniyor. Klişeye kaçan yönleri de olsa bana anlamlı gelen bir diziydi.

Hepsi farklı iş kollarında çalışan dört kadın var, hepsinin kaygıları, çabaları, dünyaları farklı aslında. Diziyi izledikçe bazı karakterlerle daha fazla bağ kurdum. Mesela Quinn, düzenli, masa başı bir işi varken hayallerinin peşinden gidiyor. Aslında hepsi hayallerinin peşinden gidiyorlar. Bazılarının hayalleri daha makbul sadece. Quinn, kendi butiğini açıyor, kıyafet tasarlıyor. Dizinin başında çoğu karakterin tuzu kuru gibi görünüyor. Fakat karakterler işlendikçe, geçmişe dönüldükçe her karakterin baş etmeye çalıştığı şeylere şahit oluyoruz. Quinn’in maalesef en büyük savaşı annesiyle, yeni bir iş kurmak, o işte tutunmak zaten zorken, aldığı bu kararın sonuçlarını sırtlanırken ailesinden her destek istediğinde kendini sorguluyor. Aradan ne kadar zaman geçerse geçsin bu yüzüne çarpılıyor. Angie de Quinn’den farklı değil ama sorunlarla baş etme stratejileri biraz daha farklı. Sanatçı olması ve arkadaşlarının varlığı, ailesinin zorlayıcı bir faktör olarak görünmemesi onun hayatını bir açıdan kolaylaştırıyordu.

Dizide bir de queer karakter vardı, Tye, bu karakterin ilişkilenme biçimi ve kariyer hırsı başta beni rahatsız etse de bir süre sonra karakterin maskesini düşürmesiyle gerçekleri görüyorsunuz. Çok başarılı görünse de sahibi olduğu dating firması yüzünden hoşlandığı kadınla beraber olamıyor. Dizinin beni yakalayan yönlerinden biri güncel olması, queer bir karakter elbette planlı ve bilinçli bir tercih olsa da zorla serpiştirilmiş hissi vermedi. Bu dizi siyahi karakterleri, Harlem’i konu edinmiş olabilir ama benim hayatım da vardı içinde. Camille’nin yaşadığı hayal kırıklığında, siyahi bir kadının onun yaşadığı heyecanı, çabayı kendiliğinden anlayacağına duyduğu inançta, Angie’nin ırkçılığı gördüğü halde buna etik olarak tepki göstermesi gerektiğini düşündüğü anda ama herkesin ona alttan almasını, bir yetişkin olmasını öğütlediğinde kendimi gördüm.

Dizinin sadece bir sezonu çekilmiş, devamı gelir mi bilmiyorum ama diziyi seyrederken ilişkiler üzerine çok düşündüm. Sanırım en çok arkadaşlık üzerine düşündüm. O dört arkadaşın ilişkisi, tartışsalar da kızsalar da birbirlerinin yanlarında olmaları, en büyük sırlarını bilmeleri, bazen o sırları hemen itiraf edememeleri ama her şekilde birbirlerine sığınmaları çok hoşuma gitti ve fark ettim ki arkadaşlarım var evet ama öyle bir kız grubum yok.

Sadece kendi ilişkilerim üzerine düşünmüyorum, gözlem yapmayı, insanları dinlemeyi seviyorum. Bakıyorum da aslında bu benim yaşlarımda insanların kendilerini yalnız hissetmelerinin bir sebebi. O eski ilişkilerin artık kurulmayacağına inanıyoruz, bu yüzden çaba da göstermiyoruz. Çaba göstermediğimiz için de sahip olma fırsatını geri tepmiş oluyoruz ve o sıcak iletişimi dizi izler gibi izliyoruz. Pandemide de bizi en çok zorlayan şeylerden biri bu oldu, arkadaşlarımızdan, derin ilişkiler kurduğumuz insanlardan uzaklaştık, uzaklaşmak zorunda kaldık. Bu izolasyon ister istemez arkadaşlıklarımızı baltaladı. Şimdi yeniden inşa etme zamanı. Tabii şimdi de savaş gibi bir gündemimiz var, ama şimdilik bunu düşünmemeye çalışalım.

Johann Hari’nin yazdığı Kaybolan Bağlar kitabı genelde depresyon üzerine odaklı bir kitap olsa da bu kitapta Diğer İnsanlarla Bağ Kurmak isimli bir bölüm var. Kabaca özetlemek gerekirse Brett Ford’un yaptığı araştırma, diğer sosyal bilimcilerin araştırmasıyla örtüşüyor, Batı toplumlarında bireysellikten kaynaklanan bir mutsuzluk hakim olabiliyor ama kurduğumuz sağlam ilişkiler, birbirimizle olan bağlantılarımız bizi mutlu ediyor. Orada Brett Ford’un araştırması üzerine yazarın düşünceleri aslında benim arkadaşlık üzerine düşüncelerimi, o samimi ilişkilerden uzakta kaldığım süre boyunca hissettiklerimi doğrular nitelikteydi.

“Biz bir grubuz, birbirimize aidiz, aramızda bir bağ var. Batı’da benlik hissimizi yalnızca kendi egomuza (ya da en fazla ailemize) indirgemiş durumdayız; bu da çektiğimiz acının büyümesine, mutluluğumuzun ise azalmasına yol açıyor.”

Böyle düşünceler arasında gidip gelirken etrafıma baktım, belki dizideki gibi sıklıkla yüz yüze görüşebildiğim “girl gang”im yoktu ama etrafımda kadınlar vardı. Düştüğümde beni kaldıracak, benim de koşacağım, birbirimize el uzattığımız, mesafelerin bize engel olmasına izin vermediğimiz kadınlar. Farklı yaşlardan, kültürlerden, inançlardan kadınlar. Bazen arkadaş olamayacağımızı bildiğimiz kadınlarla da dayanışma düşüncesiyle yanında olduğumuz gibi bir gerçek vardı. Bu bana çok iyi geldi. Kadınlarla etrafımın çevrilmiş olması, o zenginlik, o neşe, o enerji. Bunu yapan da feminizm oldu. Nasılını açıklayayım. Bir yaştan sonra arkadaş olamamanın sebepleri arasında kendi hayatına çekilmek var ve rekabet… Aynı kariyer rotasını takip eden kadınları düşünelim mesela. Ataerkil bir düzenin içinde kendini var etmeye çalışan kadınlar, tıpkı dizideki Camille gibi kariyerine dair ciddi endişeler yaşıyor ya da Tye’ın başarısını ön plana çıkarması gibi davranışlar sergileyebiliyor. Dönüp etrafımdaki kadınlara bakıyorum ve şunu çok net hissediyorum: Feminizm bizi kurtardı. Feminizm kadının kadının kurdu olmadığını bir daha öğretti, unuttuklarımızı hatırlattı. Birbirimize tutunabileceğimizi, tekrar beraber olabileceğimizi, omuz omuza yürüyebileceğimizi gösterdi. Varlıklarına, bana bir ses olan, yalnız olmadığımı hatırlatan tüm kadınlara minnetle.

Esra Karadogan

Yorum Ekle