Yazan: Evdeki Melek
Görsel: Pablo Picasso, Mother and Child
Virgina Woolf, kendine ait bir odada bir kadının yazabilmesi için parasının olmasından ve ‘evdeki meleği’ öldürmesinden bahseder.
Evdeki melek yani kadın. Kocasının gömleğinin ütüsünden, evin temizliğinden, yemeklerden ve hepsinin belli bir kalitede olmasından sorumlu olan kişi. Ev onun hem hakimiyet alanıdır hem de hapsolduğu yerdir. Bazı kadınlar bunu iyice hakimiyet alanına çevirir, kendilerini bu şekilde mutlu eder. Erkekler de bu durumdan memnundur, çünkü kadın evde mutludur zaten… Kadının hakimiyet alanına bir yere kadar karışmaz. Kadın da ona karışmadığı sürece. Sevdiği yemekler yapıldığı sürece. Pantolonun ütüsü çift çizgi olmadığı sürece. Yemeğin tuzu da varsa değmeyin keyfine!
Bunun özellikle o dönem için norm kabul edildiğinin farkındayım ve Virgini Woolf’un bunu kırmak için başkaldıran, yaşadığı döneme göre güçlü ve ‘sıradışı’ olduğundan da. Ama dönüp dönüp kendimi geçmişteki kadınların anlatıları içinde buluyorum. İleriye gidemiyorum.
Zamanında evdeki meleğin annem olduğundan haberim yoktu. Hatta bazen evdeki meleğin bu işlerini bir hobi olarak kabul etti, keyifle yaptı. Ne kadar kendi seçimlerini yaşadı asla tam olarak bilemeyeceğim sanırım. Çünkü onun da bildiğinden emin değilim. Kadınlara ne istediğini hiç sormamış insanlar, bir zamanlar kadınların evlerde mutlu olduğunu düşünüp, bu eski günlerin özlemini çekiyorlar. Anneme gerçekten ne istediği soruldu mu hiç… Ya da annem kendisine sordu mu bunları? Sorduysa ne dedi? Acaba annem nasıl bir kadındı gerçekte? Bu soruların cevabını sormak için geç mi kaldı, onu da bilmiyorum.
Ve zaman ileriye aktı. Şimdi ben evdeki melek oldum.
Ben annemden farklıydım sonuçta. Onun gibi olmazdım, olamazdım. Benim kendi hayatım vardı. Zevklerim. Sinemaya, tiyatroya giderdim. Arkadaşlarım vardı. Kendi arkadaşlarım, kendi çevrem. Yeni yerler keşfetmeyi, fotoğraf çekmeyi severdim. Bir gün hem kendi başına seyahat eden hem de fotoğraflar çeken bir kadın olacaktım. Bir yandan da yazacaktım. Güzel bir hayat ihtimaliydi. Bir yere kadar bunları yaşadım, yaşamaya devam edebilirdim de ama anne olunca tüm denge değişti. Evde başka bir melek vardı artık ve o melek her an bakıma muhtaçtı. İnsan böyle bir durumda evdeki meleği öldürmeyeceğim dediğinde genelde o melek, yeni doğan oluyor.
Ne garip ki bu seçimi yaptığınız anda kendinizi diri diri gömmeniz gerekiyor, gerçek bir destek sisteminiz yoksa hele. Destek sistemi, ne kadar basit bir olay aslında. Kalabalık bir ailede büyüdüyseniz, çocuğunuzun da o kalabalık ailenin bir parçası olacağını bilirsiniz. Sağınızda solunuzda her zaman birileri olur ama ne ilginç ki doğum yapan kadın bir anda yalnız bırakılıyor. Yalnız bırakılmasa da o destek sistemine sahip olmadığını anlıyor. Basit görünen ama önemli şeylerin yolunda gitmediğini anladığı an bir uyanış hali, gerçeklerle yüzleşme. Çocuğunuzu emanet ettiğiniz teyzeleri ona kendini kötü ve fazlalık hissettirecek şeyler yapmıyorsa, mesela çocuğun ortak sorumluluğunu alması gerektiğini düşündüğünüz babası çocuğu saatlerce yerde uyumasını normal karşılamıyorsa ya da anneannesinin kendisinin kullanmayı bile beceremediği YouTube’u çocuğun eline vermeyeceğini bildiğinizde belki de bir destek sistemi olduğunu görüyorsunuz. Maalesef Türkiye’de babysitter hizmetleri de pek yok ya da benim gibi kadınların tam zamanlı bir bebek bakıcısına ayıracak bir bütçesi de her zaman olamayabiliyor. Kadının çocuğu, kadın bakar, kadın yeteri kadar kazanabiliyorsa kadının kazancından bakıcı tutulur. Bu işin mantalitesi bu. Maalesef çocuğun üstün yararını çoğu zaman sadece annesi düşünüyor. Madem kendi başımıza ilerleyecektik, neden evlenip yol arkadaşı olduk diye sorguluyor da insan biraz.
Zamanla yani çocuğun büyümesiyle mezarımdan çıktığımı düşünürdüm. Üstümdeki o koca kayayı ince ince oyduğumu, kendime bir alan açtığımı, kendime ait o odayı oya gibi yavaş yavaş ilmek ilmek işleyerek var ettiğimi.
Şartlarım anneminkinden farklı gerçekten. Benden düzenli olarak su böreği yapılması beklenmiyor. Her gün yemek de yapmıyorum. Ama annem gibi değilim, burası benim için beni mutlu eden o alan değil. Evle ilgili bağım beni mutsuz ediyor, bu ben değilim. Bir zamanlar Melek böyle değildi diyorum kendi kendime. Şimdiki Melek her işi belli bir düzende takip etmek zorunda. Çünkü evdeki hayatı o yönetiyor. Her sabah çocukların okula çıkarken beslenmelerinin hazır olması için uyanmam gereken saat, evin günlük temizliğinin maksimum iki saat sürmesi, çocukların sağlıklı beslenmesini de ihmal etmemek lazım ve çamaşırlar ve ütüler ve ailedeki herkesin duygusal ve fiziksel ihtiyaçları, doktor randevuları, seyahat planları ve okulla ilgili ödemeler.
Geçen gün ajandamı elime aldım. Geçen ay yaptıklarıma bakarken bir an kendim için tek bir boş zaman olmadığını fark ettim. Tek bir etkinlik yok kendim için koca ayda. Önceki aya döndüm. O da aynı. Hiç arkadaşımla görüşmemişim mesela. Evet, sosyalleşmişim ama kocamın arkadaşlarıyla. Evet, dışarıda kahve içmişim ama çocukların arkadaşlarının anneleriyle.
Bana dair tek bir sayfa yokmuş ajandanın içinde. Kendi arkadaşlarım kalmamış, kendi hayatım. Bunu şaşkınlıkla fark ettim. Fotoğraf makinesini en son ne zaman elime aldığımı düşündüm sonra. Hatırlamıyorum bile. En son ne zaman bir yere gidip hatıra fotoğrafı olmayan bir fotoğraf çektiğimi de bulamadım. Bir hayat var ama onda benden eser yok. En son sinemaya gittiğimde ise çocuklarla gitmişim, çocukların istediği bir filme. Eskiden her Cuma akşamı sinemaya giden Melek artık son filmleri bile takip etmekten vazgeçmiş. Bir melek ölüyor evet, ben ölüyorum. Kendime dair hiçbir şey kalmayana kadar devam ettiğim bu hayatta, anneminkinden çok daha konforlu görünen bu hayatta annem gibi olmamışım gerçekten. Evdeki meleği öldürürüm sanıyorken kendimi öldürmüşüm.
Böyle yazılar beni hem hüzünlendiriyor hem de biraz yalnız olmadığımı hatırlattığı için garip bı tanıdıklık bırakıyor.Şu an belki aynı şehirde bile olmadığım bir yazarla yüksek empati yapmamı sağlıyor. Bu yalnız olmama hâli de bu yaşadığım sosyal desteksiz anneliğe daha kolay katlanmamı sağlıyor.tesekkur ederim. Yazarın eline sağlık.