Yazar: Feyza
Geçenlerde Barış Bıçakçı yazar ve öğretmen Murat Özyaşar’ın tutuklanması üzerine kısacık ve vurucu bir yazı yazdı. “Edebiyat Öğretir” başlıklı yazısında, Bıçakçı Oğuz Atay’ın “Ülkemiz bir haritaya benzer” sözüne referansla diyordu ki, ülkemiz artık ikiye yırtılmış bir haritadan ibaret: Bir tarafında Murat Özyaşar’ın bir kitabını okuyup diğerini henüz okumadığı için utananlar, diğer tarafta onun polis baskınıyla evinden alınmasına karar verenler var. Keskin bir şekilde ikiye ayrıldığımız çizgiyi edebiyattan gelecek bir akışla yeniden kapatmayı vaadeder. Yani tamamen umutsuz değildir, insanca konuşmaya devam edelim, bunu da bize edebiyat öğretir der.
Ben onun üzerine düşünürken Sabahattin Ali okumak üzerine bir sosyal medya fırtınası koptu. Bir magazin gazetecisi, okumadığı kitaptan okumuş gibi konuşmaya kalkıp cehaletinin yanına bir de cüretkarlığını eklemişti. En çok satılan (okunan değil) Türkçe romanlardan birini bilmemek mi, okumadığı halde okuduğunu iddia etmek mi daha ayıp günlerce tartıştık durduk. Sonra Reçel’de mevzu üzerine bence şahane bir yazı yayınlandı.
Peşin peşin söyleyeyim. Edebiyat severim ama 20’li yaşları devirdiğimden beri meslek icabı mecburen okuduklarım dışında keyfine okumak giderek zorlaştı. Kürk Mantolu Madonna’yı okudum ama 30’dan sonra. Ondan önce, nasıl diyeyim, gerekmedi. Mutlaka okumalısın diyen olmadı. Elime geçmedi. Sabahattin Ali’nin Sinop cezaevinde yaşadıklarını ve katledilişini bir şekilde biliyordum, ne zamandan beridir hatırlamıyorum. Genel kültür dedikleri bu olsa gerek, memlekete dair genel bir katliam kültürüm var. Barış Bıçakçı’yı hiç okumadım. Murat Özyaşar’ı tutuklanınca öğrendim. Aslı Erdoğan’ın bir kitabını okumuştum, çok bağ kuramamıştım onun edebiyatıyla.
Daha literatür saysam mı bilemedim. En azından bunlardan hangileri ölü, diri ve tutuklu biliyorum. Bilmem gerekiyor, bilen bir çevrede yaşıyorum, muhalif sözünü buradan kuran çok arkadaşım var. Bütün bunların son 10 yılın değil, 100 yılın meselesi olduğunu bilecek kadar da ferasetli bir çevrem var çok şükür.
Memlekette bir kültür savaşı olduğu aşikar. Bildik ve alışıldık hedeflerin, kültürel sermayenin, başarı kriterlerinin teker teker altı oyuluyor. Televizyonların izlenme oranı sistemleri durmadan değiştiriliyor, yeni kriterler eğitim seviyesi daha düşük ekonomik seviyesi daha yüksek izleyiciye uyarlanıyor. Yırtık haritanın bir tarafında duranlar, “Baltalar elimizde, uzun ip belimizde”, cihana hükmetme vaadinin arkasından gidiyorlar, üstelik bunun için bir türlü varılamayacak o kültür menzillerine hiiiiç ihtiyaç duymadan. Biat etmeyen akademisyenlere yönelen öfke, bugünün meselesi gibi durmuyor. Sağcı karikatür dergilerinde, Twitter hesaplarında, köşe yazılarında Türkiye’nin entelektüelleri küçümseniyor. Bir yandan da kültür sanatın Avrupa’yla bağını kuran fon iplerini kesiyor. Kentsel dönüşüm aynı zamanda bir kültürel hegemonya dönüşümünü getiriyor. Taksim meydanı bu hegemonya savaşının en ucube hali olarak sırtına dökülmüş betonla öylece kaderinin tecelli etmesini bekliyor.
Magazinci kadın bilmediği konuda ahkam kestiği için özür dilerken, ülkenin merhametsizliğinden yakındı. Aslında ülkenin merhametsizliğine, yanlışlığına, batışına dem vurmadan konuşan yok bugünlerde. Hepimizin sıtkı sıyrılmış vaziyette. Lakin bir adım geri gidince, bu dibe vurmuşluk halinin çok yeni olmadığını yine edebiyata referansla anlıyorum. Bana öyle geliyor ki, Tutunamayanlar’la büyümüş, kendine belirlediği evrensel menzillerde hep yerelde bir yerde, pili bitmiş saatin geri kaldığı gibi takılıp kalmak durumunda kalmış, memleketin entelektüel, elit sınıfı ve onların çocuklarının bu olmamışlık sıkıntısı yeni değil. Ya yanlış memlekete, ya yanlış mahalleye doğmuştur, ya memleket yanlış coğrafyaya kurulmuştur, kader ağlarını örmüş, olabileceği onca şey varken bir türlü olamamış(ız)dır.
Velhasıl, bu kültür savaşının bir tarafında yanlış hayatı yaşamak istemeyen ‘doğru’ insanlar (ooo Adorno!), diğer tarafta inşa ettiğin her yer senindir vaadinin arkasından koşanlar. Tabii maddi ve duygusal rant alanları genişledikçe ikinci grup birinci gruba galip geldi. En son Milli Mücadele vaadinin arkasından da koşarak şehirlerin meydanlarını da kazandılar.
Diğer yandan birisinin baltaladıkça, diğerinin ardından ağladıkça kendini varettiği değer döngüsünde memleketin katliam ve savaş tarihine o kadar az yer var ki! Bir dünya savaşının ortasındayız, hayat tarzı değil hayat savaşı veriyoruz aslında. Bu savaştan kaçış yok, dünyadan çıkış yok, iyi insan olmanın kriterleri havadan bombalananlarla toprağın dibine, denizde boğulanlarla denizin dibine batmış vaziyette.
Demokrasi nöbetlerine ilk gittiğimde tam bir Cumhuriyet çocuğu olarak büyüdüğümü farketmiştim. Çok tanıdık olmasına rağmen bağlılık hissetmediğim birsürü şey görünür olmuştu, kendini egemen ilan ediyordu. Cumhuriyet çocuğuydum, okuyarak ve anlamaya çalışarak yalnızca daha iyi bir hayatım olacağına değil, daha iyi bir insan olacağıma da inanmıştım. Bana göre de edebiyat öğretirdi. Bu inancımla yüzleştim. Yırtılan harita sanki bendim, içinde büyüdüğüm değerler hiyerarşisi alt üst olurken kendimi nerede bulacağımdan hiç emin değildim.
“Demokrasi” meydanlarından kaçıp da sığınacak bir yer aradım, onu da bulamadım. Zira Cumhuriyetin ideallerinin verdiği o bir türlü olamama hissine geri dönmeye hiç niyetim olmadığını fark ettim. İnsan sürekli yanlış zamana ve mekana doğduğu hissiyle ne kadar yaşayabilir? Bunu da bize edebiyat öğretti, ancak pek de iyi olmadı. Bundan sıyrılmak için yine başka bir kadın yazarın, Karin Karakaşlı’nın bir cümlesini sıkça içimden tekrarlıyorum: “Bildiğin hayat artık ertelenmez.” (Zonklama, Agos, 22.07.2016).
Yorum Ekle