Konuk Yazar: Haşime Kılıçaslan
Bugün Mukaddes’i gördüm. Bazı anlar vardır, sizi deler, izini bırakır. Mukaddes de öyle işte.
Karlı bir kış gününe dayanıyor tanışıklığımız. Çok soğuktu ve uzun zamandır Balıkesir’e öyle kar yağmamıştı. Soğuğu hiç sevmem. Arkadaşım büro açıyordu. Küçücük bir büro. Biz ısınmaya çalışırken içeriye ufak tefek bir oğlan çocuğu girdi. Kıvırcık saçlı. Çakmak çakmak gözleri ve nasırlı elleriyle. O zamana kadar nasırlı elleri olan bir çocuk görmemiştim. İçeri davet ettik. Üzerinde lacivert bir okul ceketi var. Önü çengelli iğneyle kapatılmaya çalışılmış. Titriyor… Çay içiyoruz. Sohbet etmeye başladık. Adını sordum. Mukaddes dedi. Yanlış anlamış olmalıydım. Tekrar ve tekrar sordum. “Size söyledim abla herkes beni erkek sanıyor. Bazen sokaklarda yatıyorum.” 13 yaşlarında bir çocuk hayattan korunabilmek için erkek gibi görünüyor. Göğüsleri belli olmasın diye bir bezle sarmış. Balyoz yemiştim kafama. Dışardan gelmişler. 10 kardeş. Ailesi İstanbul’a göçmüş. Onu arkalarında bırakmışlar. Babaanneye bırakmışlar. “Yaşlı ya biraz huysuz, bazen beni içeri almıyor. Yoksa iyidir babaannem” dedi.
Kafamdan saniyeler içinde o kadar çok düşünce geçti ki… Erkek gibi görünmek zorunda… Çocuk olamamış ve şimdiden kadın olmanın yük olduğuna inanmış. Başına gelebilecekler, neler yapabiliriz, her şeyi düşünüyorsun. Ben yirmili yaşlarımdayım. Arkadaşlarla organize olduk. Bir kaç şey yapmaya çalıştık. Yapabileceklerimiz de o zamanlar ufkumuz da sınırlı. Sonra hep karşılaştık Mukaddes’le. Ayakkabı boyardı. Gururluydu öyle elden para veremezsiniz. Öyle sarılıp, başını okşayamazsınız. Balıkesir’de büyük bir alan üzerinde Atatürk parkı var. Bir gün o parkta koşarak yanıma geldi. İlk defa benden para istedi. Oyuncaklara bineceklermiş. Yanında arkadaşları vardı. Sarılmama izin verdi. Parayı aldı, koşarak uzaklaştı. Bu onu son görüşümdü. Bu onu çocuk olarak ilk görüşümdü. Koşuyor ve oynuyordu. Çok mutlu olmuştum.
Sonra onu hep koşup oynarken hayal ettim.
Bazen haberlerde erkek gibi görünen, erkek (!) işleri yapan, kahveye giden ve kabul gören kadınların hikayeleri çıkar. Aklıma gelirdi. Ona ne oldu? Sistem önünüze çoğunlukla iki seçenek sunuyor. Hayatta ayakta kalmak istiyorsan ve erkeklerin dünyasında çalışmak istiyorsan ya erkekleşecek, daha hafifi silikleşecek, görünür olmayacaksınız ya da kadınlığınızı kullanacaksınız. Ya benzeme ya da nesneleşme. Bunları reddetmenin bedellerini bir şekilde ödetiyorlar. Hayata sınırlar çizenler cinsiyete daha koyu renklerle çizgiler atıyor. Kabul görme (!) nin ağır şartları var ve olağan çizgisinde ilerliyor. Kötüğün gücü buradan geliyor. Sıradanlaşmasından ve dönüştürmesinden. Kadın hakları diye başlayan cümleler insanlığın ne kadar gerilerde olduğunun en bariz işareti. Kadınların ortaçağı bitmek bilmiyor. Hala kadının nasıl bir şeytan (!) olduğunun zihin kodları ile uğraşıyoruz. Hala insan olduğumuzu ispat etmemiz bekleniyor. İnsan olduğumuzu ispat edebilirsek (!) sanırım kadın haklarından insan haklarına falan geçiş yapabiliriz. Kadının giyimi açıksa sınırları başörtülü ise yine sınırları tartışılıyor. Mini etek cıks cıks cıks diyenler dönüp böyle tesettür olmaz diyebiliyor. Diğer versiyon bu çağda başörtüsü diye başlayabiliyorlar. Okuduğum bir romanda kıza neden başını örtüyorsun diye sorduklarda “mahalleye baskı yapıyorum” diyordu. Sadece bu cümle için bile Alper Canigüz’e teşekkür edebilirim. Hala asla yeterince iyi giyinemiyoruz. Hangi saatlerde sokakta olacağımız tartışma konusu. Oturup kalkmamız, gülümsememiz, çalışmamız, insana dair ne varsa utanmadan konuşulabiliyor.
Kızlara pembe, erkeklere mavi. 4 yaşında ki kızımla alışveriş yapıyoruz. Bir tarafta erkek diğer tarafta kız giyim var. Koşarak örümcek adamlılara gitti. Sırıtarak “Elsa’yı (karlar prensesi karakteri) da abime al” dedi. Çocuklar tüm sadelikleriyle şaşırtır. Kreşten ilk geldiği gün “arkadaş edindin mi” soruma heyecanla “Özgür var. Kimse onunla konuşmuyor, oynamıyordu. Ben onu seçtim ve herkese savundum onu” dedi. Erkek kardeşim bir kahkaha atarak “evet, Hatice’yi şimdiden kaybettik” deyiverdi. Çocuk eğitmeyle kafayı bozmuş ve bunu hazır kalıplara zorlamak ve inandırmak olarak algılayan bir dünya da yaşıyoruz.
Bugün Mukaddes’i gördüm. Ben tanımadım, tanıyamazdım. O tanıdı… Çakmak çakmak gözlerin yerini nefret, kızgınlıkla karışık bir acıya bırakmış. Çabuk büyüdüğü gibi yaşından çok ilerde gösteriyor. Hala erkek gibi. Çocukları olmuş. Anne olmuş. Hayat çok hırpalamış. Kıyafetimden, görüntümden utandım. “Sen hiç değişmemişsin” dedi. Ben bir kere daha utandım.
Yaşarken saçmaladığımız, sendelediğimiz, tutunamadığımız anlar oluyor. Çokça saçmaladığımız. “Bunu nasıl yaptım” diye kendimize sorduğumuz anlar. (Tabii risk alıyorsanız. Konforu, gücü, karizmayı… Ki bana göre hayatta gerçekte karşılığı olmayan sanal duygu ve korkular, elbette hata payınız azalıyor. Hayat aralamaya korktuğunuz bir kapının ardında kalıyor.) İşte o anlardan utanmıyorum. İnsanlığımı reddetmek demek bu. Tanrı rolü bana göre değil. Eksikli, kusurlu, arızalı olabilirim. Bunlarla yüzleşir, yoluma devam ederim. Mukaddes’i görmek, o çok farklı bir duyguydu işte.
Kötülük ürkütücü değil. Sıradanlığı, bu kadar kabul görmesi, dönüştürme hızı ve normalliği ürkütücü.
Yorum Ekle