Konuk Yazar: Evin Hanımı
Heykel/Görsel: Elizabeth Price
“— Ah o terlikler! dedi, her işimizi bozdu. Hanımın geldiği hiç duyulmuyor. Ne yapsak yakalanıyoruz. Eskiden ne iyiydi. Yüksek ökçelerin takırtısından evin en üst katında kımıldadığını duyardık.
Hasbihal uzadıkça, kendi göremediği başka rezaletlerin mufassal hikâyelerini işitiyordu. Dayanamadı. Gözlerini açtı:— Sizi alçak, hırsız, namussuzlar! Defolun şimdi evimden!
Diye haykırdı. Bu dokuz senelik sadık hizmetçilerini hemen kapı dışarı etti.
Aşçı, işçi, artık eve ne kadar adam aldıysa, hepsi arsız, hırsız, yüzsüz, namussuz çıkıyordu. Tam iki sene bir adam akıllısına rast gelmedi. Malı mülkü varken, hiçbir sıkıntısı yokken, bu hizmetçi üzüntüsünden zayıflıyor, sararıp soluyordu. Baktı olmayacak! Yine yüksek ökçeli iskarpinlerini giydi. Hizmetçilerinin hırsızlıklarını, uğursuzluklarını, namussuzluklarını göremez oldu.
Benzine kan geldi. Vâkıâ yine, başı dönmeye başladı. Fakat sesi işitilmeyen ökçesiz terlik giydireceğini düşünerek doktora kendini göstermiyor “Hiç olmazsa şimdi yüreğim rahat ya” diyordu…”[i]
Ailesi Afrika ülkelerinden birinden Amerika’ya göç etmiş, Amerika eyaletlerinden birinde doğup yaşamış ve uzun yıllar boyunca çalışmış bir arkadaşımla buluştum. Türkiye’ye yeni taşındı. Amerika’da çok başarılı olduğu, tanındığı bir işi, alanında ödülleri vardı. Ani bir iş teklifiyle hep merak ettiği bu ülkede birkaç yıl da olsa yaşamak istedi. Başka bir ülkede yeniden bir hayat kurmayı denedi…
İyi bir maaşı ve güzel bir muhitte kiraladığı iyi bir evi var. Bazı bürokratik problemler dışında buradaki hayatından memnun. İş yerindeki hiyerarşinin ağırlığından bahsediyor. Amerikan olduğu için iş konularında esnek aslında, patrona isimle hitap etmek, efendim’ler, şefim’ler, bey’ler olmadan da kişilerarası ilişkilerinde sınırları koruyabilecek biri… Ama Türkiye’de işler öyle değil, yönetici ciddiyet ve dahası üstünlük hissini istiyor.
Beraber turistik bir caddede yürüyoruz, ama nasıl kalabalık! Biz art arda ilerlerken, yanımızda yürüyen adamın biri laf atar gibi -ama onun da anlamayacağını bilerek, söylenmeye başlıyor- “Ablaa, etrafımda yürüyüp duruyorsun, dibimde duruyorsun, iki dakika yol ver ben önden yürüyeyim!” Muhtemelen ikimizi de turist sandığı için bu kadar kolayca lakayt biçimde konuşuyor bizle, eski bir Reçel yazısından hatırlarsınız, “Abla” denilmek bir şeydir. Yazıdan bir yorumu da özellikle hatırlayalım:
“…çok insan konuk yazarın yazıyı bir paye beklentisi içinde yazdığını, kariyerist olduğunu, “kompleksli” olduğunu düşünmüş. halbuki bu yazının dikkat çektiği çok önemli bir nokta var. erkekler çok incelikli şekilde sizi diğer kadınların statüsünde görmediğini belli eder. her toplumsal karşılaşmanın bir usulü adabı vardır. o adabın içinde size der ki “senin yerin tam olarak diğer kadınlarla eşit değil, benle zaten hiç eşit değilsin”. bu ayrımcılıktır. bunu bile bile yaparlar. bunu kendi statüsünü belli etmeden nasıl anlatsın? Zor.”
Günü bitirip, akşam eve döndüğümden beri neye sıkıldığımı anlamaya çalışıyorum. Benden çok daha fazla para kazanmış/kazanan ve hatta kazanacak, Amerika vatandaşı ve Avrupa vizelerine sahip, expatriate, çok başarılı bir kadın varken karşımda, ben neden onun için üzüldüm? [Otur kendine üzül].
Kadına değil, bir şeylerde kendimi görmeme üzüldüm belki. Bir yanıyla özendiğim ülke değiştirme kararını bu kadar kolay almasına sebep olan bekarlığı kırk yaşında ister miyim? Yaptığım onca işten sonra hala Müslüman erkeklerin işgalciliğinden, erkek yöneticilerden narsisizm krizlerinden mi bahsedeceğim ben de? Yolda, rastgele adamın tekinin lakayt lafı canımı sıkar mı? O Afrikalı, kadın, başörtülü ve de siyahi olduğu için yolda ipsiz sapsız adamın laf atıp küçümsemesine maruz kaldı.
Kırık yaşımı aştığımda bir benzeri bana da olur mu? Onun kıyafetleri öyle çok şık değildi, belki ben de olmayacağım? Ama zaten bu da ayrı bir giyim tarzı değil mi? Aklıma gelen, başka bir Reçel yazısından cümle:
“…Noter kâtibi biraz da kadının tipinden kaynaklanan bir önyargıyla (başörtülü hacı teyze stereotipi) üstenci bir dille …”
Olur mu olur, mevcut örneklerimiz bunu gösteriyor. Kadınsan, ötelenen bir görüntüye ya da kıyafete sahipsen, rahatlığını öne çıkaran bir tarzı tercih ediyorsan, tüm bunlardan ayrı olarak fazla tesettürlüysen prezantabl oluşa meydan okuyorsun demektir. Prezantabl da sanırım, İngilizce “presentable” dan devşirilmiş bir kelime, bedenini nasıl/hangi kurallarla sunduğunla ilgili bir şey diyebiliriz belki ya da Türkçe söyleyelim “insan içine çıkarılacak görüntü” … Ki bir zamanlar zaten iş ilanına eklenmiş olan prezantabl kelimesi, başörtülü birini istihdam etmeyecekleri anlamına gelirdi… Çünkü kadınsan sadece ne kadar çok kazandığın ve bildiğin belirlemez saygınlığını, geçmen gereken başka sınavların olur sembolik sermayen ve prestijini arttırmak için.
Aslında, günüm, belli belirsiz başlayan ama eşeledikçe artan bir can sıkıntısıyla sonlanmamıştı. Eve dönmek için metroya bindiğimde, cadde satıcılarının aşırı güler yüzlü Arapça faddal’ları, bazı Farsça konuşmaları, İngilizce welcome’ları, “Arap geldi” cümlelerinin yerini bezgin ve nahoş bakışlar aldı. Buna şaşırmıyorum aslında; birkaç yıl önce metroda iş dönüşü yorgunluktan uyuyayazdığım bir gün yanımda, beni işaret ederek “Bu Araplar da ne pis buldukları yerde uyuyorlar…” tarzı bir konuşmayı duyduğumdan beri başörtümü Arap tarzı yapmamıştım. Bir zamanlar daha kozmopolit diye tercih ettiğim bu tarzı, sanırım bir daha asla denemeyeceğim. Çünkü ben yüksek ökçelerdeki kadınım, söylenen şeyler yüzüme denmeyip arkamdan söylense, onlar hiç yokmuş gibi yaşayabilirim.
[i] Ömer Seyfettin’in Yüksek Ökçeler isimli öyküsünden.
Duygulara tercüman bir yazı..