Konuk Yazar: Sibel’ce
Annem, beni medreseye zorla gönderdiğinde ilkokul dördüncü sınıftaydım
henüz. Zorla diyorum çünkü “din” denilen olgunun hurafelerden ibaret olduğu kanısına varmıştım daha o yaşlarda. Çevremde ve ailemde kadar çok kullanılmıştı ki “günah,” “yasak,” “haram” sözcükleri… Ben de bana her şeyi yasaklayan bir dine mensup olup o dinin gereklerini yerine getirmek istemiyordum hiç! Üstelik o yaşlarda attığım kahkahanın bile günah sayıldığını, kahkaha atanların yalnızca kötü kadınlar olduğunu, Tanrı’nın da kötü kadınları cehenneme attığını öyle çok anlatmışlardı ki ben Tanrı denilen yaratıcıdan uzak durmayı yeğlemiş, onun erkek olduğunu tasavvur etmiştim. Çünkü Tanrı, kahkaha atan erkeklere kızmıyor ve bunun için sadece kadınları cezalandırıyordu. İşin kötü tarafı bize şiddet uygulayan, erkek evlatlarına gelince her şeyi reva gören; kız çocuklarına gelince her şeyi yasaklayan babama benziyordu Tanrı. Annesinin yaşadığı her türlü şiddete tanık olan ve aynı şiddeti kendi de yaşayan bir çocuk olarak hoşlanmıyordum erkeklerden. Eğer Tanrı erkekse onu da sevmeyecektim…
Babamdan nefret ediyordum ancak annemi sevdiğim de pek söylenemezdi. Çünkü onun zayıf, kendini savunamayan, her şeyi sorgulamadan kabul eden hali beni güçlü olmaya itiyordu ama ben güçlü olmak değil mutlu olmak istiyordum (Çocuktum ve biz çocuklara anne-babaların kutsal olduğu, Tanrı’dan sonra onlara itaat edilmesi gerektiği anlatılırdı hep. Eğer “of” dersek bize yine cehennem yolu görünecekti. Belki de bu yüzden babasının tacizine ya da tecavüzüne uğrayan binlerce kız çocuğu sesini çıkaramadı; kutsalını kirletmemek için. Baba kutsaldı, tecavüz de etse ona “Of!” denilmesi cehennem ateşi demekti. Öyle bir cehennem ki her iki dünyada da yanmak bezmielest’te kadının payına düşmüştü).
Annem… Her zaman Tanrı’ya sığındı çektiği acılar karşısında. Tanrı’nın
merhametli olduğunu, kötüleri cezalandırdığını, herkese daima adil davrandığını, tek mutluluğun ona biat etmekle mümkün olacağını söyleyen anneme, başta inanmak istedim tabii… Zaman geçtikçe Tanrı’yla kötülerin işbirliği ettiğini düşünmeye başladım sonra… Çünkü yediğimiz dayaklar
bitmiyor, Tanrı da kılını kıpırdatmıyordu. Evet… Ağlamama rağmen beni medreseye gönderdi annem. Medresede ablalar ve bir de saygıda kusur etmedikleri, karşısında eğilip büküldükleri, çok koktukları biri vardı: Osman Hoca. Elif-ba derslerini ablalar veriyordu, ancak cuma günleri vaaz saatinde Osman Hoca konuşuyordu. Vaaz sırasında güruhtan çıt çıkmıyordu çünkü hoca, konuşan biri olursa kız ya da çocuk olduğuna bakmaksızın dövüyordu. Ben de ondan çok korkuyordum, çünkü bir de ondan dayak yemek istemiyordum.
Osman Hoca bir cuma vaazında kadınlardan bahsetti bize ki içimizde erkek yoktu. Konuşmasında örtünmeyen ve çalışan tüm kadınların cehennemlik olduğunu söyledikten sonra bize bir görev verdi: Eğer sokakta açık bir kadın görürsek uyarmamız gerektiğini ifade etti. Onlara cehennemde yanacaklarını söyleyin diye de ihtar etti. Korkudan konuşamamıştım ama kanım donmuştu. Çünkü ben örtünmeyi düşünmüyordum ve açık giyinen kadınları da rahatsız edecek tabiata sahip değildim, dahası Tanrı ben değildim. Bulduğu her kitabı deli gibi okuyan ben, hiçbir kitapta böyle bir yobazlığa rastlamamıştım. Vaaz çıkışı, çocuk aklımla yol boyunca düşündüm. Tanrı -eğer varsa- kesinlikle medeni olmalıydı ve cehennem denilen korku odalarını da derhal kaldırmalıydı çünkü kadınlar yakacak bu kadar bahane arayan bir yaratıcıya güvenim azalıyordu. Eve döndüğümde anneme anlattım olanları, beni cahil insanların yanına göndermemesi gerektiğini söyledim. Ama annem, hocaya hak verdi. Hoca ne diyorsa doğrudur” dedi. Beni tekrar göndermeye zorladı, gittim. Birkaç gün sonra annem; medreseden erken çıkmamı, ona temizliğe yardım etmem için erken dönmem gerektiğini söyledi. Medreseye gittim, dersimi aldıktan sonra dış kapının yan taraflarındaki raflardan ayakkabılarımı aldım, tam giyecekken Osman Hoca içeri girdi. Nereye gittiğimi sordu. “Dersim bitti hocam eve gidiyorum” dememle yanağımda kocaman bir ateş o yaz sıcağında… Bir tokat da ondan yedim. Zaten evlenince kocamdan da yiyecektim. Biraz idmanlı olmak acımı azaltabilir diye düşündüm o gün alışabilmek için. Ancak bana kalkan eller çoğaldıkça Tanrı düşüncesi azalıyordu. Yol boyunca ağladım ki, yol uzundu.
Yine annem… Gitmemeye kararlı olduğumu görünce vazgeçti zorlamaktan.
Bu defa da mahalleden Kur’an bilen bir kadının yanına gönderdi beni. Onun Tanrı inancının sağlamlığıyla benim Tanrı inancımın zayıflığı kıyasıya yarışmaya başladı ilerleyen yıllarda. Her yaz kavga ettim onunla çünkü okuduğum kitapların beni yoldan çıkardığını ve Kur’an öğrenmem gerektiğini söyleyip durdu. Annem cennete gitmek istiyordu, babam cehennemden korkuyordu. Sanırım tek ortak noktaları buydu. Bu ortak amaç doğrultusunda ikisi de üstüne düşeni yapıyordu ama en çok annem… Çünkü annem gittiği Yasin günlerinin birinde; Veda Hutbesi’ni örnek göstererek erkeklerin eşlerini dövebileceğini, kadının da erkeğine itaat etmesi gerektiğini öğrenmişti. Zaten babam da buna dayanarak biz kadınları döverek terbiye ediyordu ancak o hutbeyi bugüne taşıyarak kadınları baskı altına almak için bunu itaat mekanizması olarak kullanan Arap zihniyetini sorgulamak kimsenin aklına gelmiyordu.
Yeri, göğü, alemleri, kısacası her şeyi kusursuz yaratan, her şeye muktedir olan bir Tanrı vardı. Ve bu Tanrı ne hikmetse kadınların, erkekler tarafından ezilmesine müsaade ediyordu. İtaat eden erkekleri cennetinde “memeleri henüz çıkmış” hurilerle ödüllendirirken kadınlara sadece akan ırmakları vadediyordu. Yani Tanrı inancı, nereden tutsam elimde kalıyordu. Benden sonra kız kardeşlerimin de aynı dini eğitimi alması için baskı yapıldı. Onlar da Kur’an öğrenmek ve örtünmek için şiddete maruz kaldı. Cemaatlerin çoğalmasıyla beraber giydiğimiz her şey için dayak yedik babamdan. Beş kız kardeştik ve beşimiz de orospuyduk onun gözünde. Üstelik en tehlikelisi, en ahlaksızı, en dinsizi, en dik kafalısı ve onları yoldan çıkaranı da bendim. 24 yaşıma kadar dövdü beni bu yüzden, o her dövdüğünde kaçma planları yaptım ben. Ama gidersem kız kardeşlerimi eve hapseder, onları okuldan alır ve anneme gün yüzü göstermez diye vazgeçtim hep. Sonraki dövmelerinde savaşmaya karar verdim. Dolayısıyla liseye kadar babamdan da Tanrı’dan da nefret ettim çünkü babam bizi dövmeye devam ediyor ancak Tanrı bizi kurtarmıyordu. Böylece acının Tanrısı büyüdü içimde ve ben dayak yiyen kul olmaktan vazgeçip içimdeki öfkeyi, nefreti patlatıp lavlar içinde bıraktım bana el kaldıranları. Öyle ki o patlamaya sebep olanlar bile kalkamadılar altından enkazın. Ama ben hafifledim. O günden sonra düşündüğüm şey şu oldu: Tanrı erkeklerin yanında ama kadınların içindedir.
Tanrı erkek zaten, erkeklerin icat ettiği bir ilah. Kadınların içinde de tanrı falan yok, kendi vicdanımız ve sağduyumuz var içimizde.
Muhteşemmm
Yazıyı gönderirken tepki almaktan çok korktum. Çünkü birilerinin kutsalina saygısızlık yapmak gibi bir amaç tasimadim. Yanlış da anlaşılmak istemedim. Size kısmen katılıyorum çünkü “Tanrı ve yaptırımları” yüksek oranda kadınların hayatları üzerine inşa edilmiş yasaklardan oluşuyor. Benim kızdığım nokta; hangi din olursa olsun bu dinler neden kadınların haklarını kısıtlar nitelikte. Tanrı var mıdır sorusunun cevabı muğlak olabilir bazilarimizca ama belki de müfessirler bize yanlış empoze etti Tanri’yi. Belki de Tanrı eşittir ama Aişe’den başka kadın müfessir olmadığı için erkek müfessirler bizi hem bizden hem de Tanri’dan alıkoydu. Yorumunuz için teşekkürlersevgiler.
Yazıyı okurken adeta yansımamı gördüm. Toplumda var olan ve bizzat yaşamakta olduğumuz gerçekler babayı seven Tanrının tokadı gibi çarptı bir defa daha. (Tanrı’ nın T’ sini büyük yazalım, çarpılırız yoksa :)) “Ben güçlü bir kadın değil, mutlu bir kadın olmak istiyorum ” işte yazının büyüsü tam da burası.
Yazarımızın yazısı üç boyutlu bir anlatım din etrafında şekillenen sosyolojik bir çözümleme ve yine inşa edilen zihniyetin psiko-sosyal açıklaması ve inşa edilen zihniyet kalıplarının eleştirisini barındırmakta. Bu anlamda başarılı buldum. Ama bir gerçek vardır ki, semavi dinler erkek karakterlidir. Erkek düzenini güçlü kılan bir gerçekliğe sahiptir.islamiyette Allahın 99 ismi erkek ismidir tasvir edilen anlatılanda erkek karakterlidir. Bunun sorgulanması güzel geliştirilmiş tir. Her ideoloji kendi bireyini yaratır. Medrese vb. Mekanlarında ilm-i irfan vermekten ziyade bu düzenin bireyini ister kadın ister erkek yaratmak için var olduğunu bu yazıda yine gördük… Son cümle afotizma niteliğindeydi erkeğin yanında kadının içinde tebrikler
Mesela Rahim ismi de mi erkek ismidir sayın bilgi küpü?
Mansplaining’in arapçası gelmiş yorumlarda.
Bir yorumu erkek yazmışsa okumuyorum. Kafam rahat oluyor.
Bana da babam hala nutuk okur, geçenlerde neden peygamberler tarihi okumadığımı sordu. Okuduklarım ona göre yanlıştı, bana faydası yoktu. Üniversite bitirmiş, kendisinden binlerce sayfa fazla okumuş kızına sırf kendisi gibi düşünmüyor diye sürekli bir konuda tartışınca -ki bu konu genelde onun kızlarına davranışı ile alakalı oluyor- boşuna okumuşsun diyor. Peygamberler tarihinde o ne bulduysa neye inandıysa onu bulacağımdan çok emin. Belki genelde böyle düşünüyorlar, istedikleri gibi olsun, dinin verdiklerinden aldığımızda onlar ne almışsa aynısı olsun. Ben Allah’ın adaletine inanan bir insanım. Bize adil davranmaları gerektiğini hep hatırlatıyorum. Evet zorlanıyoruz kadınlar olarak; ama başka hayat mümkün, hayat değişiyor adalet baki. Bunu anlatmamız gerekiyor en çok. Yani bence. Evet zor.
Tanrıyı çevrenizdeki kişilerden bulmaya çalışmışsınız. Matematik öğretmeni kötü diye matematik yanlış veya anlamsız olmaz. Babanız/hocanız/anneniz sizi dövdü diye Tanrı kötü değil. Tanrıyı size yardım etmemekle suçluyorsunuz ama Tanrının size bakmakla yükümlü kıldığı akrabalarınızı neden suçlamıyorsunuz? Tanrının insana yardımı sandığınız gibi anlık değil, herz zaman için böyle değil en azından. Başta anneniz olmak üzere eşiniz dostunuz korumalıydı sizi. Sonra bir fıkra var bilir misiniz. temelin teknesi batıyormuş bir gün. Onu batan gemiden kurtarmaya gelenlere gerek yok beni Allah kurtarır demiş. Sonra başkası gelmiş kurtarmak için temel yine aynını demiş. Üçüncü kez geldiklerinde temel yine reddetmiş. öldüğünde sormuş Allah beni neden kurtarmadı diye. E seni kurtarmaya gelenleri kim gönderdi? demişler. Sizinkisi de benzer bir durum. Tanrıyla barışmalısınız. Ama önce kendinizle barışmalısınız
Binlerce sayfa kitap okumuşsunuz ama sanırım yazanın kendi fikriyatından bağımsız olan dini kitaplarıhiç okumamışsınız. Ne Veda hutbesi kadını dövmekten bahseder ne de bu din. İslamı cemaatlerden bağımsız şekilde inceleyin. Kuranı ön yargılarınızdan sıyrılıpta okuyun. Allah Kur’an’da çokça adil olduğundan bahsederken siz gaip ile verdiği bilgilere takılıp kalmışsınız. Size anlatılanı değil Özü anlamaya çalışın. Yazacak daha çok şey var ama yazmaya vaktim yok ayrıca bu yazıyı da bu bloga hiç yakıştıramadım.
Bu yazı tam olarak bu bloğa yakışır bir yazıdır!
Ben reçel blogun müslüman ve feminist olarak biliyorum. Yoksa ateist blogu mu? Ben mi yanlış biliyorum?
Aynı anda müslüman ve feminist olduklarına şasırmıyorsunuz da ateist veya deist olduklarına mı şaşırıyorsunuz?
Betül Hanım, hepimiz var olma çabası içerisindeyken Tanri’dan yardım ister ve bekleriz. Ben de çocukluğumda çok sorguladım şiddete maruz kaldığımda. Kendimle ve Tanri’yla barıştım ki bunları rahatlıkla yazabiliyorum. Yoksa herkes gibi tabu olarak kalacaktı bende de. Bu arada buradaki insanların yazımı yayimlamasi onları dinsiz yapmaz, eğer kastettiginiz buysa! Reçel blog kuruculariyla tanışma fırsatı bulduğum ve onlari takdir ettiğim için söylüyorum; her inanca, her düşünceye, her bakış açısına hoşgörüyle yaklaşan dünya tatlısı kadınlar. Onlar adına konuşmuş oldum, umarım hadsizlik etmemisimdir. Ama üstünü orttugumuz her şeyin altında kaliyoruz, bu yüzden her şeyi konusabilmeyiz. Yazıyı yakistiramadiginiz bu site; her şeyi konuşabilir kıldığı için buradayım. Çünkü sansürün, otekilestirmenin her türlüsü beni irite ediyor. Sevgiler.
Ben de size katılıyorum. Sitede bu tarz yazıların yayınlanmasını da anlamlı bulmuyorum. Yazıyı yazan kardeşimiz inşaallah İslam dinini ve yüce yaratıcımızı hakkıyla anlamak nasip olur.
Böyle güzel bir sitenin olması beni çok mutlu etti. Her şeyin açık konuşulması ne güzel. Sitenin ve yazanın geniş açılardan bakması da sevindirici. Her görüşe saygı duyulan güzel kadınlar var burda.
Çok acıklı. Yıllarca dayak yemek nasıl bir hayat. Ne olacak bu şiddet problemi? Her yerde farklı bir versiyon. Şiddet gören çocuk nasıl sağlıklı olabilir, o da ilerde başka bir şiddet döngüsüne girecek.
Bu yazıyı okuyup da AA bu da ateist diyenleri de anlamıyorum. Burada bir insani problem var, önce insaniyet lütfen.
En kötüsü bunun din sanılması en güzeli Allah’ın adil olması herkes farklı bakar tabi ki. Ama bu tarz olaylar bende ahiret inancını kat be kat arttırır. Elbette bu adaletsizliğin çözülmesi gerekir, insansa noksan kalıyor ve daha adil bir yer muhakkak olmalı. Bu arada halkın genelinin gılmanları bilmemesi şaşırtıyor. Bu da dinin ne kadar ataerkil anlatıldığını gösterir. Üzgünüm gerçekten böyle yaşamın olması üzüyor beni sadece bu da değil kadınların zayıf denilerek ezmeye çalışmaları.
Sevgili Betül, senin yorumlarına katıldığımı belirtmek isterim.
Hayatım hep dindar insanların arasında, cemaatlerin içine geçti (40 yaşı geride bıraktım bu arada). Evet, kadınlar üzerinde – özellikle kız çocukları üzerinde- bir baskı var ama veda hutbesini ya da dini kullanarak karısını döven bir erkek hiç görmedim. Hele hele sürekli döven birini hiç duymadım. İkinci evlilik yapan gördüm, kızına örtünmesi için baskı uygulayan gördüm, kıskanç olup karısının evden çıkmasını kısıtlayan gördüm ama dayak atan bir dindar hiç görmedim, duymadım. Dinden hiçbir şekilde bu çıkmaz çünkü. Yazarın ailesinin ciddi psikolojik sorunları varmış bence. Bir kadının Veda hutbesinden kocasının kendisini dövebilecegi sonucunu çıkarması hic normal değil. (Ortada bir dayak varsa da bu sadece yatağı çiğnetmek ve eve istenmeyen kişiyi almakla ilgili.) Adamın evine istemediği, yatağına göz diken yabancı bir erkeği mi soktun ki dayağı normal görüyorsun.
Ayrıca dediğiniz gibi bu blog müslüman-feminist blog değil miydi? Tanrıyı sorgulayan bloga mı dönüştü?
Çocukken yaz kurslarına camiye giderdim. Annem dindar bir kadındı ve bizi camiye özendirmek için cicili bicili cami elbiseleri dikerdi. Ben de zaten camiyi çok severdim. Bir Mehmet Hoca vardı, orta yaşlarda, Süleymancı. Bir de Salih Hoca vardı, genç, yakışıklı İHL mezunu. Çok farklı yapıdaydılar, tarzları da çok farklıydı. Ortak yönleri gerçekten çocuklara birşeyler öğretme isteği ve dayak atıyor olmalarıydı. Ben babamın beni bir daha camiye göndermemesinden korktuğum için bu dayak olayını saklardım.
Babam çocuklarını hic dövmemiş ve başkasının dövmesine de kesinlikle tahammül edemeyecek bir babaydı. O zamanlar dayak, babam için değil ama birçok kişi için normaldi, okullarda öğretmenler, camide veya Kur’an kurslarında hocalar dayak atardı ve toplum bunu yadırgamazdı. Neyse ki artık ne dayakçı öğretmenler ne de -yasal Kur’an kurslarında- dayakçı hocalar yok.
Yazıya gelen tepkileri, yorumları anlayabiliyorum, en azından nereden beslendiğini sezebiliyorum. Ama bu kadar sert çıkılmasını anlamıyorum. Birincisi her mümin hayatında bir dönemde Allah’ın varlığından, ibadetlere bir sürü şeyi sorguladığı bir döneme düşebilir, bu risk mevcut. Muhatapları olarak buna kızmak mı gerek? Kızarsak, o insan bir daha bize gelip yardım ister mi, danışır mı? Hayır, hem gelmez, içine atar, Müslümanlardan daha çok uzaklaşır. Hem de hiçbirimiz bilemiyoruz ne yaşayacağımızı, son nefesimizi imanlı olarak verebilecek miyiz onu bile bilemiyoruz. İkincisi, Reçel Blog bir görüşü yaymak için yazı yayımladığını sanmıyorum. Yazının başlığını bile tırnak içinde vermiş ki, yazarın sözü/aklından geçen bir cümle olduğu belli olsun. Yazı altındaki yorumlarla beraber bakarsanız ne güzel bir tartışma çıkıyor (Yazıyı onaylamasa da Betül hanım ne güzel yazmış): Maruz kaldığımız kötülüklerde önce kimi suçluyoruz? Allah nasıl inanıyoruz? Bir çeşit süperkahraman/kurtarıcı gibi mi tahayyül ediyoruz? İnancımız ne kadar pragmatik? (Ben bunları çıkardım ne azından).
Bu açıdan Reçel Blog yazılarını maruz kaldığımız bir şey gibi değil de, etkileşime girebileceğimiz bir alan olarak görmek ne güzel olur. Sonuçta hiçbirimiz -en gençlerimizden yaşlımıza- okuduğumuz/izlediğimiz görüşlerin, deneyimlerin peşinde hipnotize olmuş gibi gitmiyoruz.