Konuk Yazar: Nuray Ekinci
Özgecan’ın yaşadıklarını ben de yaşabilirdim. Şükürler olsun ki ben şanslı olanlardandım, keşke Özgecan da şansızlardan biri olmasaydı. Keşke bu ülkede her gün haberlerde böyle insanlık dışı olaylara tanık olmasaydık, keşke çok keşkeler biriktiremeseydik: kadın cinayetlerini, tecavüzleri , kadına yönelik şiddetti…
Ben de o zamanlar Özgecan gibi 20 yaşındaydım. Üniversitede değildim henüz, açıköğretim lisesi sınavlarına hazırlanıyordum, diğer taraftan da bir salça fabrikasında vardiyalı işçi olarak çalışıyordum. En büyük hayalim açıköğretim lisesinden mezun olup gazeteciliği kazanmaktı, yazmaktı kadınların sömürülmesini, kullanılmasını. Aşağılanıp hor görülmesini haykırmaktı.
Çalıştığım yerden tiksiniyordum. Her gün küfrede küfrede giderdim o kokuşmuş yığınhaneye. Nefret ediyordum çünkü özellikle de gece vardiyalarında, hava soğuk olurdu; dışarıda kadınlar her yaştan, on altısından tut altmışına kadar… Ayaklarında, çizmeler yerine eski püskü terliklerle üstleri başları ıslana ıslana 12 saat boyunca sabaha kadar ayıklama bantlarında o küflü, kurtlu domatesleri ayıklıyorlarlardı. Usta başı gelip çalışın diye bağırdığında bantta uyuklayan nenem yaşındaki teyzelerin o sıçrayışlarını her gördüğümde daha çok nefret ediyordum, insan olabilmenin bu kadar ucuz olmasından, sefaletten, çaresizlikten…
Hele de her tuvalete gidişimde erkek ustadan izin almak iğrenç geliyordu. Zaten 12 saat boyunca tuvalete gitmek için sadece iki kere hakkımız olurdu. Hele regl günündeysen yandın, kadın ve erkek girişlerinin yanyana olduğu pis prefabrikten tuvaletler fabrika dışında, tenha bir yerdeydi. Ve oralarda da taciz ve röntgencilik vakalarının yaşandığını da duyuyordum soyunma odalarındaki dedikodulardan. O yüzden çoğu zaman gece vardiyalarında gitmiyordum tuvalete, gidemiyordum. Korkuyordum tutuyordum tuvaletimi. Bu daha sonrasında sağlık sorunları yaşamama sebep olmuştu. Her tuvalet için izin istemeye gidildiğinde suratında pis bir gülümseme beliren o ustabaşını boğazlamak geliyordu içimden.
Diğer taraftan da gece vardiyalarında yerinden ayrılmak için tuvalete giderken (çünkü 12 saat boyunca mola ve tuvalet dışında yerinden ayrılmak yasaktı, kimse gezemezdi ortalıkta) önlerinden geçen kadınların popolarına bakarak ağızlarındaki salyaları akıtıp bir birlerine sırıtan evli barklı koca koca adamların suratına tükürmek geliyordu içimden. Tiksiniyordum. Sanki büyük memeye sahip olmak bir suçmuş gibi, teşhir ediyormuş gibi… Karşısında işine dalmış, belki de bu sabah da okula giderken kahvaltı hazırlayamadığına üzüldüğü çocuğunu düşünen (molalarda yakındığını anımsardım çünkü hep) büyük memeli kadına yiyecekmiş gibi bakan, pis bir yaratığı andıran o surat ifadelerinden tiksiniyordum.
Bir gün yine her zamanki vardiya değişimlerinden biriydi. 12 saat gece çalıştıktan sonra vardiya dönüşümü olduğu için sabah uyuyup öğlen tekrar işe gidecektik. Ben çok yorulduğum için uyanamamıştım o gün, servisi kaçırdım. Gitmemezlik yapamazdım, yoksa azarı işitirdim ya da sezon bitiminde ilk şutlanan ben olurdum. Çünkü sezonluk bir işti, ne kadar çok çalışırsak o kadar kardı bizim için. O yüzden de dolmuşla gitmeye karar verdim. Önce ilçeden otogara gittim. Otogardan ilçe dışındaki beldelere giden dolmuşlar fabrikanın önünden geçiyordu, ben de birine bindim oturdum.
Dolmuşta hiç kimse yoktu, hareket etmesine de zaman vardı daha. Ben de “off, puff” yapıp işe geç kaldım diye söyleniyordum. Şoför de ikiz aynasından bana bakıp duruyordu. Sonra birden çalıştırdı arabayı, yola düştük. Kendi kendime, Allah Allah, dedim; hala zaman var neden erken kalktı ki? Heralde acıdı bana, yardım etmek istedi işe geç kalmamam için, diye düşünmüştüm. Şoförün de suratında fabrikadaki adamlar gibi pis bir yaratığı andıran o ifade vardı. Çok çirkin geliyordu bana. Allah’ım ne kadar çirkin, demekten alıkoyamamıştım kendimi. Oysa insanları çirkin güzel diye niteleyen bir insan olmamıştım hiç. Ama sanırım bazen insanların kötülüğü yüzüne yansıyormuş, bunu anladım.
Yine de aklıma kötü bir düşünce gelmedi. Allah’ın kulu sonuçta, öyle dememem lazım, ayıp; hem baksana, adam sana yardım ediyor, işe yetişeceksin ne güzel işte, diyordum kendi kendime. Biraz sonra konuşmaya başladı benimle. İsmimi filan sordu. Ben pek konuşmak istemiyordum, geçiştirerek veriyordum cevapları. Sonra birden başka yola sapmaya çalıştığını fark ettim. Kestirme filan da yoktu zaten, çünkü yolum tek güzergahtı. “Nereye gidiyoruz” diye sordum. “Denize gidelim. Boşver işe gitme” dedi bana. Ben önce anlayamadım. “Nasıl yani?” dedim. O tekrar gitme işe, dedi “Haydi denize gidelim hava da sıcak” filan diye konuşmaya başladı.
Aynadan pis pis bakıp duruyordu bana. O an ne yapacağımı bilemedim. Artık kötü şeyler olacağından emindim. Önce bağırmak istedim. Çığlık atsam, ilçe dışında bir belde, kim duyacaktı? Hem arabadaydım, imkansızdı. Sonra arabadan atmak istedim kendimi, kapı içeriden açılmıyordu. Camlara baktım, camlardan sığamazdım. Kalbim duracaktı sanki, o kadar hızlı atıyordu ki, onun bunu bile duyacağını zannettim. Sonra kendime geldim, bişeyler yapmam lazımdı. Onu ikna etmeliydim ama nasıl?
Sakince konuşmaya başladım. “Canım benim, ben işe gitmezsem kovulurum, o zaman hiç evden çıkamam, gel biz başka zaman gidelim denize, hem daha sonra her zaman gidebiliriz, numaranı da ver ararım ben seni” dedim. O zaman yumuşadı. Pis pis gülerek, tamam, dedi. Götürdü beni fabrikanın önünde bıraktı. Elim ayağım zangır zangır titriyordu. İner inmez koşmuştum fabrikanın içine. Numarasını verdiği kağıdı da yırtmıştım hemen. Fabrikaya vardığımda ağlamaya başladım, kimseye söyleyememiştim. O gün hiç bitmek bilmiyordu sanki. Sonra nedendir bilmiyorum; utancımdan mı, adımın çıkmasından mı, korkudan mı kimseye söyleyememişti. Ta ki bu güne kadar. Bu gün bile..
Geçenlerde teyzem bununla ilgili bir hikaye anlatmıştı bana. Üniversiteye giderken parası olmadığı için merkezden şehir dışına yürüyerek gidiyordu teyzem. Yine bir gün yürürken, dolmuştan bir kızın, onun üzerine atladığını, önce şoka girdiğini ne olduğunu anlamadığını, daha sonra da kızı kaldırıp ne oldu diye sorduğunda kızın “dolmuşta tek kaldım, o yüzden attım kendimi” dediğini, daha sonra da kızı hastaneye götürdüklerini filan anlatmıştı. Teyzem “yazık kim bilir dolmuşcu ne yaptı da attı kendini kızcağız” derken bile içimde bir şeyler canımı sıkıyordu. Tuhaf bir şeylerdi ama ne olduğunu bilmiyordum. Meğer ben bile unutturmuşum kendime o anı, bilinç altıma itmişim, orada saklamışım.
Özgecan’ın haberini duyduktan sonra tekrar hatırladım çıkardım biliçaltımdaki karanlıktan. Çok üzülerek… Şükürler olsun, ben de bunları yaşayabilirdim, şansım varmış ucuz atlatmışım, dedim. Keşke Özgecan, güzeller güzeli Özgecan da böyle şanslı olsaydı. Üzerinden yıllar geçti, şu an İstanbul’da bir üniversitede gazetecilik okuyorum. Şimdi düşünüyorum da, keşke o zaman korkmasaydım, o dolmuşcuyu şikayet etseydim. Ya başkalarına da zarar vermek istediyse ya da verdiyse? Umarım vermemiştir.
Her korku, utanç yüzünden atılmayan adım, başka acılara kötülüklere davetiyedir. Korkusuz, cesur yürekli, özgür kadınların güzel yarınlarına merhaba deme ümidiyle…
Yorum Ekle