Konuk Yazar: Sümeyye Zengin
İnsanı seyahat ettirmeye iten iç motivasyonu nedir? Özellikle Avrupa’nın her bir politik adımının İslamofobi’yi tetiklediği söylenirken, misal, İngiltere’de Brexit sonrası İslamofobi başlıkları, görünür bir Müslüman kadın neden tek başına Avrupa’ya gitmek ister? Reçel Blog gezi yazıları dizisinden sonra kendi bireysel hikayemle bu diziye bir katkıda bulunmak istedim.
Efendim benim seyahat hikayem dünyayı otostopla gezen, hiç bilinmedik-görülmedik yerleri keşfe çıkan insanlar gibi aşırı ilham verici değil, baştan söyleyeyim. Ancak her insanın yaşadığı deneyim en özel ve farklıdır bir diğerinden. Beni motive eden sebeplerin başında eğitimime katkı sağlayacak Erasmus staj programına katılarak kendimi gerçekleştirmek geliyordu. Ailemden, sevdiklerimden, bildiklerimden uzak olarak kendi başımın çaresine bakmak; staj yapacağım kurum, konaklayacağım yer ve iki aşamadan oluşan vize işlemleri için konsolosluk ile tüm müzakereleri kendi başıma yürütmek kendi gerçekliklerimdi. Beni motive eden diğer bir sebep ise, elbette her insan gibi gidip görmek isteyeceğim, gerek diline gerek ise dokusuna hayran kaldığım şehirlerin olmasıydı. Bunları keşfetme arzusu bende de baskındı. Yukarıda sorduğum soruları ise yazının sonuna geldiğimde cevaplamış olacağım.
Gelelim Londra’da bana göre çok kısa süren, ama bir o kadar da her bir günümü dopdolu yaşadığım üç ay boyunca deneyimlediklerime. Gidiş günüm 15 Temmuz’dan tam bir hafta sonrasıydı. Yurtdışı çıkışları inanılmaz sorunluyken; tüm bu karmaşa içinde ben ülkeden ilk kez ayrılmıştım. Kafam “İngilizler çok mu soğuk insanlardı?”, “Kilise yurdunda Müslüman olduğum için ayrımcılığa maruz kalır mıydım?” sorularıyla doluyken, bunların hiçbirisiyle karşı karşıya kalmadım. Kilise yurdu demişken; konakladığım ilk evden bahsetmek istiyorum. Yurt değil de ev diyorum çünkü ev sıcaklığını arattırmadı bana. Birçok Türkiye vakfına başvurmama rağmen gidişime günler kala hâlâ bir yer bulamamışken, tevafuk bu ya, bir hocam daha önce kaldığı bir Katolik kilise yurdundan bahsetti. Hem merkeze yakın, hem de o bölgedeki diğer yerlere göre ucuz olması hasebiyle cazip gelmişti bana. Fakat hakkında o kadar az bilgi vardı ki orada ne ile karşılaşacağıma dair en ufak bir fikrim bile yoktu. Sonuç itibariyle dini inancımı da belirten başvuru formunu doldurup göndermiştim. Tabi ki de dini inancımı bilmeleri gerekiyordu, sanırım, ne de olsa Katolik kilise yurduydu.
Havaalanından Londra’nın o karmakarışık, asansörleri olmayan, metrolarından üç aktarma yaparken kimseden yardım talep etmeme rağmen insanların bavulumu taşımama yardım etmeleri çok duygulandırmıştı beni. Yurda vardığımda ise ciddi bir şaşkınlık içindeydim. Ne kadar çok Müslüman kalıyordu bu konakta böyle! Üstelik biz Müslümanlar için vejetaryen yemek çıkartıyorlardı. Ve rahibelerden ne Müslümanlara ne de Hristiyanlara karşı herhangi bir misyonerlik faaliyetine de şahitlik etmedim. Bu nedenle dünyanın dört bir yanından insanlar burada kalmayı tercih ediyorlardı sanırım. Burada bir dipnot vermek istiyorum, lisedeyken bir gün sınıf arkadaşım benimle alay edercesine “Nesin sen böyle, rahibe gibi giyiniyorsun?” demişti. Konakta kaldığım her gün rahibeler benim ne kadar da aydınlık, ferah ve şık giyindiğimi söylediklerinde bu küçük ironi aklıma geliverir tebessüm ederdim. Dolayısıyla orada geçirdiğim süre zarfında başka ucuz konaklamalar bulduysam da; bu sıcak, farklı kültürlerle dolu ortamdan ayrılmak istemedim.
Londra’dan biraz daha çok bahsetmek istiyorum; İstanbul gibi kalabalık bir şehirden sonra oraya alışmak zor olmamıştı. Fakat farklı olarak; Müslüman kadınlar kamuda, restoranlarda, otobüslerde başörtülü çalışabildiği gibi diğer dini gruptaki insanlar da inançlarına göre giyinip çalışabiliyorlardı. Hatta okullarda “Bugün benim inancıma göre dini bayramım, okula gitmemekte özgürüm.” derseniz, kimse size bir yaptırım uygulayamazdı. Hal böyle olunca İslamofobik yahut ırkçı şeklinde niteleyebileceğim bir bakışa, imalı bir davranışa maruz kalmadım. Hatta sadece Müslüman erkekler tarafından rahatsız edildiğim doğrudur. Diyalog ise şöyle başlardı:
“You’re a Muslim and I’m a Muslim, so..”
“So what!”
Ne yani ikimiz de Müslümansak; Allah kabul etsin ne diyelim. Lakin bu rahatsızlık boyutunu, Türkiye’dekiyle kıyaslayamam bile. Bu nedenle ülke içi gezilerimde gece ve gündüz tek başıma gönül rahatlığıyla otobüs, tren ve uçak yolculuğu yapabildim. Şehirde Müslüman popülasyonun fazlalığı helal market, pazar ve restoran bulmamı kolaylaştırıyordu. Kafe, restoranlarda ise çalışanların “Bunu yiyemezsiniz, helal değil.” diye uyardıkları da olurdu.
Benim görünür bir Müslüman olarak yaşadığım en önemli deneyimlerimden biri, başörtümle hiçbir ekstra kontrole tabi tutulmadan Houses of Parliament’te iki milletvekili ile aynı ortamda bulunmaktı. Elimi kolumu sallayarak girmiştim gerçekten parlamentoya. İkincisi ise sivil toplum kuruluşlarını bir araya getiren bir eğitimde birçok farklı etnik, din ve cinsel eğilimli insan ile aynı sorunları tartışabilmek, ortak paydada buluşabilmek idi. Konuşmayı yöneten kişi trans bir kadın, sağımda İranlı Şii bir kadın, solumda Ermeni bir kadın, karşımda Yahudi başka bir kadın derken belki akademide yıllarca edinemeyeceğim müthiş bir değer elde etmiştim.
Sona gelirken, başta sormuş olduğum sorunun cevabını kısaca özetlemek isterim. Elbette ki benim iddiam “Orası dünyanın mucize bir cennetidir.” değil. Orada da kötü, ırkçı, insanlarla karşılaşmanız pek mümkündür, her toplumda olduğu gibi. Yalnız bu, farklı ülkelerden göçmenlerin ve o ülkenin vatandaşlarının bir araya gelip, birbirlerini hiç dışlamadan yaşayabildikleri gerçeğini değiştirmiyor. Ben görünür bir Müslüman kadın olarak Katolik kilise konağında kalmayı, herhangi bir Türkiyeli kurumun yurdunda kalmaya tercih ettim. Orada tanımadığım insanlar tarafından yardım alırken, hiç tereddüt etmedim, en çok da kendi ülkemde başörtümden ve düşüncelerimden dolayı hiçbir gruba aidiyet duymadığım için dışlandığım hâlde, orada insan olarak değer görebildim. Tüm bunlar neden Avrupa’ya tek başına gitmek istediğimi ve oradaki yaşamımın nasıl kolaylaştığını açıklar diye düşünüyorum, daha ne olsun!..
Ahh ahh şimdi 10 yıl önceki deneyimime götürdü bu yazınız beni :) Bende benzer şekilde Almanya’nın küçük bir şehrindeki bir okulunda 5 ay kalmıştım, benden başka başörtülü şöyle dursun Müslüman yoktu etrafta. Bilmiyorum belki ben farketmedim ama tek bir kişinin bile dönüp şaşırarak baktığını hatırlamıyorum. Orada öğrendiğim akademik bilgilerin dışında, öğrenci hoca ilişkisi, laboratuvar çalışma şekilleri halen daha zaman zaman beni aydınlatır. Hocamızın kendi elleriyle demleyip ikram ettiği çaylar, doğum günüdür yılbaşıdır muhakkak bir bahane üretip yapılan kutlamalar. Benim için ayrıca düşünülüp ayarlanmış yiyecek ve içecekler. Otobüse binerken valizime yardım eden yaşlı teyze :) üç beş aktarmalı öğrenciye bedava trenleriyle gittiğim şehirler. Her genç kızın özellikle Müslüman kızların bu tarz tecrübeleri deneyimlemesi gerektiğini düşünürüm bende. Tek başına uzaklarda bir yerlerde Müslüman olmak, Müslüman kimliğini başında taşımak…
Duygulandım :)
benim için de ingiltere küfür, tekme yeme, tacize uğrama ihtimali olmadan istediğim kıyafetle dolaşabileceğim 6 ay demekti. gitmeden önce pek bir dindar aile çevresinin kapanmadığımdan dolayı nasıl yanacağımın detaylı betimlemelerini verdikleri dönemler. 7 yaşındaki veletler de dahil. aynı çevre kendi dışlamasını görmeyip, hümanist ve feminist kelimelerini küfür gibi kullanıp islamafobi lafını ağzından da düşürmez. etek boyuyla medeniyet ölçümünden şikayet eder ama etek boyuyla ahlağı ölçmekte beis görmez. bu ülkede yaşayıp bunların farkına varmamak mümkün değil ancak görmezden gelmek olabilir. burada misyonerlikten, başörtüsünden ve düşüncelerden dolayı dışlanmaktan bahsedenlerin muhafazakar dışlamayı görmezden gelip sadece kendilerini dışlayanları hatırlamasını bir çelişki olarak görüyorum.
ingiltere’de müslüman hatta dindar erkek bir arkadaşımın bana çevreyi gezdirirken o bölgede daha çok müslümanların yaşadığını, geç saatlerden oradan geçmememi, tecavüz haberlerinin hiç de ender duyulmadığı bir bölge olduğunu söylemesi ve iki ev arkadaşıma aynı dönemde musallat olan ‘scottish boy’ diye bahsettikleri adamın adının muhammet çıkması da müslümanların bir özeleştiri yapması gerektiğinin sinyali. en azından bu ülkede dile yerleşmiş şu rahatsız edici deyim “gavur … gibi yanmak” dışlamanın tekyönlü olup olmadığını hatta kimi müslüman erkeğin özellikle gayrimüslim kadına bakışını özetler nitelikte.
blogda çıkan gezi yazıları ‘avrupa hiç de zannettiğimiz gibi değil’ anafikrini taşıyorken keşke bu zannı oluşturan kültürün irdelemesini yapanlar, rahatsız edenlerin niye müslüman erkekler olduğunu sorgulayanlar da olsa.
Neden bu kadar sinirli bir yorum yaptınız ben anlamadım.
Bahsettiğiniz kişiler, şeyler, aynı çevreler midir, ben bundan da emin değilim, öyle olsalar daha en başında Reçel’ yazmazlardı diye düşünüyorum. Herkes kendi tecrübesini istediği gibi yazıyor burada. Yazıların ana fikri “Avrupa zannettiğiniz gibi de değil.” değil. insanlar kendi yol hikayelerini anlatsın istedik, çünkü bir sürü şeyle; daha özgür hissetmeyle, farklı dünyaları görmekle, kafalardaki ön yargılardan daha farklısına rastlama ile vs… ilgili olabileceğini düşünmüştük.
Son olarak dilerseniz siz de “Keşke şunu yapsalar…” demek yerine, kendi hikayenizi kaleme alabilirsiniz, biz de değerlendirip yayına almaya ya da almamaya karar veririz.
güzel insan olmanın belki de ilk koşulu din, dil, ırk, mezhep, millet, etnik grup ayrımı yapmadan insana insan olarak bakabilmekte… Müslümanların, Hristiyanların, ya da bazen Amerikalıların,Türklerin bir kısmının sadece kendilerinin iyi, ahlaklı, üstün olduklarını düşünmelerinden kaynaklanıyor belki de problem.