REÇEL

Evet Hayır

İnsan bildiğini unutmak, gördüğünü görmezden gelmek ister mi?

Yazar: Feyza

Evet, sıra geldi Evet Hayır oyunumuza. İki dakikalık süre içerisinde katiyen evet hayır kelimelerini kullanmayacaksınız. Sorularıma evet hayır diye cevap vermeyeceksiniz. Verdiğiniz cevabı tekrar etmeyeceksiniz. Sorularıma makul ve mantıklı cevap verirken sözle cevap vereceksiniz. Başınızı emme basma tulumba gibi sallayarak cevap vermeyeceksiniz… 

Geçen haftalarda yayına başlayan trtarsiv.com sitesinde ilk bu programı aradım. Erkan Yolaç her haftasonu TRT’nin eğlence kuşağında, stüdyo izleyicilerine bu oyunu oynatırdı. “Daha önce bu yarışmaya katılmamış, kendine güvenen güvenmeyen” bir izleyiciyi gözüne kestirir; Mehter Marşı eşliğinde sahneye çıkmaya davet ederdi. Erkan Yolaç iki dakika süresince yarışmacıya tuzak sorular sorarken, yarışmacının neredeyse kaçınılmaz olan evet ve hayır cevaplarından kaçışını keyifle ve şaşkınlıkla izlerdim. Genellikle fazla dayanamazlar, iki üç soru sonra ağızlarından yasak kelimeleri kaçırırlardı. Nadiren sabırlı ve uyanık davranan yarışmacılar ise ufak tefek hediyelerle İzmir Marşı eşliğinde yerlerine dönerlerdi.

Açıkçası kendimi bu hazine gibi arşivden uzak tutmaya çalışıyorum. Bir dalarsam işi gücü bırakıp günlerce eskilerden seçilen videolar arasında dolaşacağım gibi geliyor. O yüzden kendime bir Evet Hayır yarışması kadar zaman tanıdım. Biraz da sitenin formatına baktım.  Aslında bu web sitesi bir arşivden çok 68’den bugüne uzanan bir zaman tüneli etrafına yerleştirilmiş bir TRT sergisi gibi. Program arşivleri arasından seçilen videoların hakkında da yeterli arşiv bilgisi yok. Ancak televizyonla büyümüş, televizyonla yaşlanmış nesillerin hafızasını canlandıracak, nostalji duygularını ortaya saçacak kadar geniş bir hazineyle karşı karşıyayız diyebiliriz.

Benimse ilk bu yarışmayı hatırlamam tesadüf olmasa gerek. Erkan Yolaç’ın iki yasaklı kelimesi Türkiye’nin kaderi haline gelmişken, biri Mehter biri İzmir Marşıyla kulaklarımızda yankılanırken başka neyi hatırlayacaktım ki? Peki ya aralarında hiç husumet yokmuş gibi, aynı sahneyi paylaşan bu iki melodi, nasıl oldu da şimdi kanlı bıçaklı düşman haline geldi? Buna biraz televizyonun geçmişi üzerinden dönüp bakalım mı?

68-90 arasındaki devlet tekelinde yayın yapan televizyon; gündelik hayatının karmaşası, kavgaları, tehlikelerinden arındırılmış saf bir “millet” temsiliydi. Tıpkı “sakın o iki kelimeyi kullanmayın” uyarısı gibi, TRT’de sokağın dilini ve seslerini duymak yasaktı. Neredeyse hiçbirimizin kullanmadığı ama hepimizin beğendiği bir Türkçe konuşuluyordu. TRT, hiçbir zaman erişemeyeceğimiz bir aile düzeni, ölçülü keyifler, dozunda üzüntüler, haklı gururlar dünyasıydı. Gerçeklikten kopuk bir millet gerçeği icad ettiği için hiçbir zaman tam olamasak da, o temsile yaklaştığımız ölçüde iyi ve makbul olacaktık. O yüzden büyüdüğüm devlet lojmanının havuzlu bahçesinde TRT sanatçıları bürokratlara dışarıya kapalı konserler verdiğinde etrafında dolanıp uzaktan dinleyerek o güzel, düzenli ve ölçülü millet sahnesine yaklaştığımı hissederdim belki de. Yanlış Mehmet değil Doğru Ahmet (sahi o video da var mı arşivde?) olma yolunda ilerlemenin en keyifli yolu televizyonla öğrenmekti. O yüzden çizgi film filan da yasak değildi biz çocukken. Neticede eğlenirken öğreniyorduk.

Sonra geldi 90’lar. Sahne genişledi. Herkese biraz biraz yer açılmaya başlandı. Siyaset Meydanı en konuşulmazları konuşur oldu. Reha Muhtar en hayret verici olayları haber yapar oldu. Dizilerde imkansız aşkların gerilimi arttı, dramatik müzikle uzun bakışma sahnelerinde aşılmaz farklılıkları, affedilemez hataları düşünmeye başladık. Biraz da kendimizi beğenmez olduk. “Bize ne oldu böyle?” dedik, “bu toplum nereye gidiyor?” dedik. Suçu televizyonda aradık. Öyle ya, bütün kötülükler televizyonda gösterildikçe, herkes kötülükleri televizyondan öğreniyordur diye düşündük. Zira hep televizyondan öğrenmiştik. Lakin artık iş şirazesinden çıkmıştı. Ne evet yasaktı, ne de hayır. RTÜK televizyonun başına dikilmiş olsa da, bütün kuralları bozan bir “reyting” mevzuu vardı ki, yapımcılar ekmek nerdeyse o programa dükkan açmaktan kaçınamaz oldu.

Bu açılan kapıdan nice hikayeler geçti, o hikayelerden nice yeni kimlikler doğdu. TRT’nin sahnesinden dışlananlar kendilerine o kimlikler ve hikayelerle yer açmaya çabaladı. Bazen yüksek bazen düşük dozda şiddetli, çatışmalı, kavgalı, bir miktar barış umutlu bir 2000ler geçirdik. Bütün bu gürültü içinden bazı umutlar doğdu, sonra o umutlar bir bir heba oldu. Zira dışlanmanın şiddeti kadar, görünürlüğün de bir şiddeti vardı ve biz bunun altından kalkamadık.

Şimdi ise zorlu bir 2010’ların pençesindeyiz. Haftaya o iki yasak kelimeden birini, Evet’i veya Hayır’ı seçmek zorundayız. Mehter Marşı’yla gidip de İzmir Marşı’yla dönmenin bir yolu yok. Ya biriyiz ya öteki. İki dakikalık oyun, ortasından yarılıp Türkiye halklarının geleceği oldu çıktı.

Bu ağır yükün altında kendimizi TRT arşivinin serin kollarına atmanın da bir sebebi var elbet. Ben bunu biraz da o bahsettiğim görünürlüğün şiddetine ve yorgunluğuna da bağlar oldum. Sansürcü TRT’nin kimselere benzemeyen hikayeler anlattığı programlarına duyulan bu nostalji duygusunun izahı burada sanırım. Evetin de hayırın da yasak olduğu bir temsil sahnesinde olmak daha mı rahattı? Ömer Seyfettin’in Yüksek Ökçeler hikayesinde –en sevdiğimdir-, yüksek ökçeli ayakkabılarını çıkaran kadının, çıplak ayakla sessizce dolaşırken evde arkasından dönen dolapları işitmekten mutsuz olup yeniden yüksek ökçelere dönmesi gibi bir hal. TRT yıllarına dönsek? Hepimizin gerçeğini biraz dışlayıp TRT’ye ve ona gönülden hizmet eden, düzgün takım elbiseli, kravatlı, saygılı Halit Kıvançların, sevecen Adile Naşitlerin, hüzünlü Emel Sayınların sahnesine mi dönsek? Vatandaş Türkçe mi konuşsa? Fark yaralarımızı Pazar konseriyle mi iyileştirsek? Bu gürültüyü tümden sustursak mı?

Ömer Seyfettin’in hikayesini sevdiğimi söylemiştim, lakin çocukken bile o yüksek ökçeleri bir daha giyen kadını hiçbir zaman anlamadım. İnsan bildiğini unutmak, gördüğünü görmezden gelmek ister mi? Ufacık aklımla böyle düşünürdüm. Bir kere hakikat görünür olduktan sonra onunla başa çıkamayıp yüksek ökçeleri tekrar giymek, o kadar kolay olmamalı. Yani demem o ki Ne Mehter, ne de İzmir, ne de yüksek ökçeler içimizde bir yerlerde canlı tuttuğumuz adalet talebini sessizleştirmesin. TRT sahnesinde Mehter’le İzmir Marşı’nın bir zamanlar kardeş olduğu yanılgısına kapılmadan; her ikisinin de susturduğu hakikatler olduğunu unutmadan. Bundan sonra nereye doğru yürüyeceksek, yanımıza o suskun hikayelerden birini katarak…

Feyza |REÇEL

3 yorum

  • Evet hayır yarışmasıyla başlayan,gündemimizi oldukça meşgul eden seçimle devam eden,adalet duygusuna yapılan vurguyla biten harika bir yazı olmuş.yüksek ökçeleri bende çok severim.ilginçtir çok sık gitmesemde gittiğim zamanlar da kitapçıda bulamayıp eli boş döndüğümde internetten okumuştum.insan bildiğini unutmak,gördüğünü görmezden gelmek ister mi? Maalesef ister.içimizde bir yerlerde canlı tuttuğumuz adalet talebini sessizleştirdim.haklının yanında değil de tarafın yanında yer aldılar.ben içimde canlı tuttuğum adalet için ne vakit bir adım atsam on adım geri atıldım. bu adaletsizlikle başedemeyip,Allah’a havale ettim.keşke nisa 135 e göre amel edebilseydik.ben yoruldum hayaaaaaat gelme üstüme pabuçları atıp platformları giyenlere gelsin:((((((