Yazar: Feyza
Devletin çocuklara dini eğitim verip veremeyeceği, daha genelde de devletin dini hayatı düzenleyip düzenleyemeyeceği meselesini tartışıp duruyoruz. Benim kafamda soruların cevabı net: devlet dini hayatı düzenleyemez, çocuklara dini eğitim veremez. Müslüman olmayan ailelerin bunu istememe hakkı olması bir tarafa, biz Müslümanlar da evde, okulda verilen dini eğitimi düzeltmek için ayrıca enerji harcamak zorundayız. Bu dini eğitimin esas aldığı metodların ve yorumların erkek egemen etkileri üzerine konuşuyoruz, yazıp çiziyoruz. Bütün bunların yanında bir de bizim çıkmazlarımız, cevap aradığımız sorular varken, bir de Diyanet’in çocuklarımın kafasına sokabileceği dini bilgiyi formatlamakla uğraşacağım. Hayatımda böyle bir gerilim, çocuklarıma hesabını veremeyeceğim böyle bir sorumluluk istemiyorum.
Ramazan günü neden Diyanet’e taktın diyenler olursa, Diyanet’e takmanın tam zamanıdır diye cevap verebilirim. Aslında herşey elime geçen bir çocuk kitabıyla başladı. Kitabın ismi “Cemil Dede namaz surelerini anlatıyor”. Türkiye’de din kültürü dersi almış olan herkesin ezberlediği bu sureler, bir çocuk kitabında nasıl anlatılmış diye merak etmekten geri duramadım ve kitabı rastgele açtım. Kitap da suçunu bilir gibi bana Kafirun suresine hazırlık olarak anlatılan “Misyoner” başlıklı küçük hikâyeyi açtı.
Hikâyede göz gezdirdikçe sinirlendim ve üzüldüm. Sinirlendim çünkü çocuklara damardan, en saf haliyle nefret ve korku veren bir kitabı çocuk kitabı diye satıyorlardı. Üzüldüm çünkü bu kitap çok sayıda çocuğun eline çoktan geçmişti. Hıristiyanlık inancına sahip insanların bir hak-batıl savaşında ezeli ve ebedi düşman olduğu fikriyle büyüyen çocuklardan “katil yaratan” karanlık bundan başkası değil. Bu çocuklara inanç, kültür ve etnisite farklılığını düşmanlık üzerinden kurmanın hangi pedagojik bilgiye sığdığını zaten sormayacağım da, hangi dini bilgiye sığdığını sormak gerekir.
Bunların yanı sıra çok da utandım çünkü Türkiye’yi hıristiyanlaştırmaya çalışıyorlar temalı hikaye çocuklara kötülük etmekten fazlasını yapıyor: Türkiye’yi hıristiyan sakinlerinden, Ermenilerden, Rumlardan kanlı ve acılı bir şekilde temizleyerek millet olduğumuz gerçeğinin üstünden geçiyor. Hikayede bahsi geçen “milli ve dini değerlerimizi” korumanın yolu da bu kanlı tarihi unutmaktan geçiyor elbet. Hala utanmadan, sıkılmadan, çocuklarımıza bizi kitapların arasına sıkıştırdıkları dolarlarla hıristiyanlaştırıyorlar hikayesi anlatabiliyorsak, bu pişkinlikten ötesi değildir.
Din, devletin elinde yoğurulup formüle edildikçe daha çok ırkçılık ve yabancı korkusuyla/nefretiyle mücadele ederiz. Çocuklarımızın güven duygularını, başkalarıyla kısa sürede iletişim kurma ve oyun oynama becerilerini törpüleyip, yerine kendileri gibi olmayandan nefret etme duygusunu damardan veren bir dini eğitim istemiyorum. Milliyetçi, milli bir dini eğitim istemiyorum. Kendisine Allah’a bağlanır gibi bağlanan vatandaşlar devletin işine gelebilir ama, benim işime gelmiyor. Dinle milleti yan yana zikretmeyi mümkün kılan bu kurumu ve yaptığı işleri acilen, daha derin ve cesurca tartışmamız gerekiyor.
[…] Yazının tamamı için Reçel Blog’a devam edin […]
Bu yazıya gelecek yorumları merak ediyorum ve bekliyorum.
Kadınların oluşturduğu “muhafazakar” bir ortamda fazla konustugumun farkındayım. :))))
Not:DKAB öğretmeni
Feyza hanım, bu konuların çocuklara anlatılmaması konusunda haklı olabilirsiniz belki ama yetişkinlerin dünyada olup biten gerçeklerden haberdar olması da gerekir. Yani insan çevresindeki ve dünyadaki gerçeklerin ne kadar farkında olursa kendisini koruması da o kadar mümkün olur. Hıristiyanların misyonerlik faaliyetleri olduğu bir gerçekse, bu konuda insanımızın farkındalık sahibi olması gerekir. Dünyayı tamamen saf ve temiz bir yermiş gibi göstermek de yanıltıcı olacaktır. Dünyada olan bitenin farkında olmak başka bir şey, kendinden başkasına nefret duyguları beslemek ve nesillere bunu aşılamak başka bir şey. Buraya koyduğunuz üç sayfada açık bir nefret ifadesi göremedim ama belirttiğim bu ayrımı da göremedim. Bu anlamda eleştirinizi haklı buluyorum. Fakat inancımızı ve milli değerlerimizi koruma çabasına da saygı duymanızı beklerdim çünkü Batı merkezli tek tipleştirme çabalarının masum bir şey olmadığını düşünüyorum.
İnancımızı ve milli değerlerimizi “doğru yöntemlerle” korumaya çalışmamız gerektiğine inanıyorum. Milletler de bireyler gibi “değerleriyle” var olurlar ve değerlerin oluşmasında din çok önemli bir faktördür. Belki de şunu ayıt etmek gerekiyor: Dinin işlevselliği bir “amaç” değil “sonuç” olmalı. Yani din milletleri bir arada tutmak için kullanılan bir “malzeme” olarak görülüp işlevselliğinden dolayı ayakta tutulmaya çalışılmamalı. İnsanlar o dine gerçekten inandıkları için inanmalılar ve bunun sonucunda o, bir millet bilinci ve değerlerinin oluşumuna ve korunmasına katkıda bulunuyorsa bu da yadırganmamalı. Örneğin peygamberimiz zamanında insanlar millet oluşturmak için İslama inanmadılar, gerçekten inandıkları için inandılar ve müminlerin bir araya gelmesiyle ortak değerlere sahip “İslam toplumu” oluştu. Yani meseleye bu perspektiften bakarsak bu konularda daha doğru yaklaşımlar içerisinde olabiliriz diye düşünüyorum.
“Bitk iyi öldüren zararli otlar degil, ciftcinin ihmalidir” biz hazira konmusuz tahkiki bir imanimiz yok. Kendimizi yahudi hristiyan dusmanligi yaparak iyi hissediyor, eksikliklerimizle yuzlesmekten kolayca kaciyoruz.
Ben gayri Muslim bir ulkede yasiyorum, her dil ve irktan insan saygi ve sevgiyle hayati paylasiyorlar burada. Elbetteki Ben nasil hristiyan komsumla ilgileniyor, bana farz olan hal ve kal olarak tebligimi yapmaya calisiyosam o da bana ayinisini yapmak isteyecek bundan dogal ne var? Ama bu onunla diyalogumu kesmeyi cocuklarima onlari kotulememi gerektirmemeli. Bir hristiyan arkadasim ” cocuklara hristiyan takvimi yaptik takip ediyoruz, bir Islam takvimi verir misin, yanyana asicam, islami da ogrenmesini istiyorum” dedi. Yani insanlara dinlere cesitlilik ve zenginlik olarak bakiyorlar. Dusman gorme yada ulkemiZi elimizden alicaklar paranoyalarina ihtiyac duymaksizin saygiyla yaklasiyorlar diger dinin dindarlarina.
Misyonerlik calismalarindan öcü gibi korkulmasinin sebebinin kendi inancimiza, daha dogrusu inanirken olusturdumuz argümalarimiza yeterince güvenmememiz oldugunu düsünüyorum. Sanki inanmak, temellerini Kuran’i okuyarak ögrenerek, ögrendiklerimizle dünyayi anlamaya calisarak ve tabi ki kalp ile tatmin olarak gerceklestirmemiz ve ugrunda mücadeleye her gün devam etmemiz gereken bir olgu degil, saklamamiz gereken degerli bir mücevher. Etrafta hirsizlar varsa bu mücevher icin tabi ki endiseliniriz!!! Sunun farkinda olmaliyiz, biz müslümanlar olarak imanimizi sadece cok acik tehdit!! olan misyonerlik faaliyetlerine karsi degil, günlük yasamimizda vermek durumunda kaldigimiz her kararda tazelemeliyiz. Insan olmaya nerede durdugunu nedenleriyle bilmek yakisir. Davranisini ve durdugu tarafi kendi argumanlariyla aciklayabilen kisi icin bu tür faaliyetler cok önemli bir tehdit olusturmaz.
Bir gün İngiltere’deki müttefik büyükelçileri Churchill’in malikanesinde toplanır, kırmızı balıkların dolandığı havuz başında beş çayına otururlar. Mevzu elbette İslâm âlemi ve özellikle “Hasta Adam”dır. Ayaküstü Türkün yurdunu paylaşır, ufak ufak parsellere ayırırlar. Bir ara monşerin biri havuzun yüzeyinde tembel tembel dolanan balığı yakalamaya kalkar. Hayvan çevik bir kuyruk darbesi ile dibe dalar. İçlerinden biri “hiç o iş elle olur mu” der, “bir kepçen olacaktı en azından.” Bir diğeri ekler: “Ya da ucunda nefis yemler takılı bir olta!” Birden balık ve havuz üzerinde fikir sivriltmeye başlarlar. Kimi serpme savurmaya, kimi trolle kazımaya kalkar. Neden sonra Churchill’in sustuğunu farkeder sözü ona bırakırlar. Churchill sakin sakin çay kaşığıyla havuzdan su alır çimlere atar. Sonra bir daha, bir daha… Belki bu iş yıllarını alacaktır ama gün gelecek, bütün balıklar “onun” olacaktır.
Yazınızı okuduğum anda bu hikaye aklıma geliverdi. Ne yazık ki çoğu Müslüman kardeşimzde olduğu gibi ülfet hastalığı sizlere de bulaşmış. Neden dışarıdan gelecek her türlü tehlikeye karşı önlem almayalım? Bir çocuğa kendini bilmesi gerektiğini ve ahir zamanın en büyük düşmalığının İslam düşmanlığı olduğunu ve gerek misyonerliğe karşı gerekse dinsizliğe karşı bilgi ve bilince sahip olmasını öğretmeyelim? Bunun devlet eliyle yapılıyor olması da takdir edilecekken neden sürekli ‘çocuklara bilinç aşılamaya çalışan ebeveynler ve devlet’ kötü oluyor? Belki misyonerler nüfus cuzdanından alenen İSLAM’ı silmiyor ancak yeni yetişen nesile baktığımızda pek de yabana atılmayacak derecede ‘boş’ bir neslin yetiştiğini görebilirsiniz. Lütfen dikkat edin. Mümine herzaman teyakkuzda olmak yakışır…