Konuk yazar: Bey değil hanım
Görsel: Marcelle Miro-Gray
Annesi ve hatta anneannesi bile toplumsal cinsiyet kavramları hakkında mücadele vermiş, şehirli, seküler bir ailede büyümüş, kendini feminist zanneden otuz beş yaşında bir kadınım. “Zanneden” diyorum çünkü o kadar da feminist olmadığımı yeni öğrendim. Feministmişim ama kendime kadar, feministmişim ama işime geldiği kadar, feministmişim ama onayımdan geçirene kadar. Anlaşılmıştır sanırım, bu aslında bir öz eleştiri yazısı.
Çocukluğum, ergenliğim ve ilk gençlik çağlarım; kadınların istediklerini yapabilecekleri, her şeyi başarabilecek yetkinliğe ve güce sahip oldukları, istediklerini giyebilecekleri, bir erkeğin korumasına ihtiyaçları olmadığını duyarak geçti. Tüm dini kitapları okumuş, sonrasında çok tanrılı ve tek tanrılı dinlerde kadının yerine dair birçok kaynağı yalamış yutmuş biri olarak feminizm ile dinin aynı yerde olamayacağına kanaat getirmiştim. Asya ve Avrupa’yı birbirine bağlayan köprüleri ile jeopolitik öneme sahip bir ülkede yaşayıp Orta Doğu ile de komşu olunca, yanı başındaki topraklarda vücut bulan ataerkil teokratik rejimlerin kadınlara yaptıklarını görerek büyüyorsun tabii ki.
Aklın kemale erdiğinden itibaren İran’da, Afganistan’da, Pakistan’da, Suriye’de okumak için bile mücadele veren kız çocukları için, müzik dinlemek istediği için kurşuna dizilen, aşık olduğu için taşlanan, bileği göründüğü için öldürülen kadınlar için isyan ediyorsun; sosyal medyada onlar için paylaşımlar yapıyorsun, teokratik rejimlerin dayattığı baş örtüsünü çıkarıp savuran kadınlarla gurur duyuyorsun. Tabii ki! Neden duymayasın? Malala’nın kitabını alıyorsun, belgeselini izlerken ağlıyorsun, midenden bir öfke kabarıyor, göğsüne geliyor, ağzına doluyor, çığlık atmak istiyorsun.
“Kadınlar istediklerini giyer, size mi kaldı onlara ne giyeceklerini söylemek? Ohhh ne de güzel savuruyor saçlarını, aç kız saçını başörtüsünü babaları taksın.” Değil mi? Değil! Ohhh ne güzel de destek verdim kadın mücadelesine seküler seküler.
Sonra bir haber okuyorsun, kendi ülkenden. Bir tarikatın şeyhi, şıhı her neyi ise köydeki tüm kadınlara tecavüz etmiş. Kadınlar adamın onları cennete götüreceğine inanmış; inanmasalar da babaları, kocaları, abileri inandığı için tecavüze uğramış. “Ayy valla çok cahiller ya. Bile isteye kafalarını kapatıyorlar zaten. Bu kadınlarla biz neyin mücadelesini vereceğiz?” diyorsun.
Malala gibi kafalarından vuruluyorlar “Su testisi” diyorsun, okuldan alınıp evlendiriliyorlar “Rızasıyla gitmiş” diyorsun, rakı içen mümin erkek görüyorsun gücüne gitmiyor da rakı içen türbanlı görüyorsun “Bu ne perhiz?” diyorsun, diyorsun da diyorsun. Hee bir de “Müslüman Feministler” var ki onları zaten hiç anlamıyorsun… Bir arkadaşım anlamıyordu ordan biliyorum.
Birlikte yaşam kültürünü doğru anlamış ve doğru aktarmış bir ailede büyüdüğüm için bende durumlar bu kadar keskin değildi. Annemin mesleği sebebiyle haritanın seküler olmayan kısımlarında da büyüdüğüm için o çok övülen kutsal aile yapımızın kokuşan, çürüyen, kurtlanan yerlerini görebildim. Ülkenin aynı zaman diliminde, ayrı yüz yılları yaşadığını biliyorum fakat İslami Feminizm benim için de bilinmez bir dünya idi. Kadın mücadelesini, kadının özgürlüğünü savunurken kadının silinmesinin sembolü o başörtüsünü nasıl takıyorlardı? Nasıl bir erkeğin şahitliğinin iki kadının şahitliğine denk olabileceğini kabul ediyorlardı? Nasıl bir adamın dört kadınla evlenmesine razı olabilirlerdi? Bunun neresi feminizmdi? Sorular sorular sorular…
Otuz beş yaşımda kendime bu kavramı anlama ödevi vermiştim. Sosyal medyada takip ettiğim ve fikirlerine önem verdiğim bir müslüman feministe utana sıkıla mesaj attım bir gün.” Aman sınır ihlali yapmayayım, aman yanlış bir şey söylemeyeyim” diye diye attığım mesaja anında cevap geldi. Bana kitap ve belgesel önerdi. Ödevim verilmişti, koşa koşa kitabı almaya gittim. Zahra Ali’nin yazdığı Öykü Elitez’in çevirdiği İslami Feminzimler kitabı. Bir pazar sabahı kahvemi demledim, salona geçtim, kimse uyanmamışken kitabımın ilk sayfasını açtım. İlk paragrafta o ayıltıcı tokadı yedim
“İslami feminizm; bir taraftan dini ataerkil kabul eden feministler (aaaa ben) tarafından yadsınıyor, diğer taraftan Müslüman kadın ve erkekler tarafından İslam’ın batılılaşması olarak görülüp reddediliyor” Evet, ben bugüne kadar Müslüman Feministleri reddedip, dışlamadım ama düşünce sistemlerini, dayandıkları temelleri de hiç anlamadım. Oysa konu bu değil, asıl hatam şuymuş; kadınlara eşit davranılması gerektiğini savunurken meğer ben de ötekileştiriyormuşum. Sadece anladığım kadınların özgürlük mücadelesine destek veriyormuşum içten içe. Zaten günümüz ataerkisi içinde köşeye sıkıştırılmış müslüman kadının o cenderede verdiği varoluş mücadelesini babasına, dayısına, eniştesine, mahallenin muhtarına, köyün imamına anlatmaya çalışması bir yana bir de benim gibi inançsız feministlere de kabullendirme zorunluluğu varmış.
İkinci darbeyi 63. sayfada vurdu kitap.
“Kadınların durumundaki kötüleşmenin zaten medeniyetin reddedilmesiyle zarar görmüş olan İslam dünyasını yozlaştıran sömürgeleşmeyle birlikte doruğa ulaşacağı aşikar. Kadınlar, onları dini bir baskı olarak gördüğü başörtüsünden kurtararak medenileştirmeyi amaçlayan sömürgeci diskur ile onları kuşatma altındaki İslami kimliğin son siperi addeden milliyetçi ve gelenekselci söylem arasında hapsolmuştur”
Aaaa bu şey değil mi ya? Kadınların istediği her şeyi giyebileceğini söylerken sadece inandığı için başörtüsü takabileceğini kabul edemeyen ve onu isteyerek taktığı başörtüsünden kurtararak özgürleştireceğini zanneden ben? Ne oldu kadınların onları kurtaracak birilerine ihtiyaçları olmadığını savunduğun onca tartışmaya? Ne oldu “Senin fikrinin ne önemi var” naralarına, ne oldu onca okumaya, onca slogana, onca mücadeleye? Bir kadını sırf kendisi olduğu için, halat yarışındaki gibi karşı takıma ataerkiyi alarak çekiştirmiyor musun? Çekiştiriyorsun. Ya senin tarafına gelecek ya da mücadelesini kabul etmeyeceksin.
Kitap özetle şunu söylüyor “Teokratik ataerkil rejimler kadınların bağımsızlığı ve mücadelesi ile yıkılacaklarını bildikleri için onları pasifleştirmeye, yalnızlaştırmaya çalışıyor. Biliyor ki o kadınlar kolektif bir mücadeleye girebilirlerse durdurulamaz olacaklar. Bu sebeple kadınlara uyguladıkları her türlü baskıcı eylemi dine mal ediyorlar ki eleştirilmesinler. Ayrıca bu kadınları sistematik olarak yalnızlaştırıyorlar ki devrim gerçekleşmesin” ekliyor Zahra Ali, “Tüm diktatörler arasında en kötüsü, dini diktatördür, çünkü her şeyi Allah adına yaptığı iddiasındadır, bu da her türlü eleştiriyi imkansız kılar” İşte tam da bu noktada batılı seküler feministler devreye giriyor. Müslüman kadınların sistematik yalnızlaştırılmalarına dolaylı veya doğrudan, istemeden veya isteyerek katkı sağlıyoruz. Ne acıdır ki bunu yaptıktan sonra “Asla yalnız yürümeyeceksin” diye sokaklarda bağırıyoruz. Tam olarak hangimizin yalnız yürümeyeceği ise muamma.
“Kadınların ne giydiğine, nasıl yaşaması; neyi nasıl yapmaları gerektiğine kimse karışamaz” derken meğer çoğunlukla inançsız kadınlardan bahsediyormuşum çünkü onlar kooossskoca inançlı kitlelere bile karşı durabiliyorlarmış. Peki, hem inancını hem de inandığı şey yüzünden kimliğini sorgulayan bir dünyaya karşı ayrı ayrı mücadele veren ve dik duran kadınlara ne olacak? Bu noktada tam olarak şu ses geliyor “Aradığınız özgürlük savunucusuna şu anda ulaşılamıyor, lütfen daha sonra tekrar deneyiniz” Bütün kadınlar özgürmüş ama bazıları daha özgürmüş. Çok zor bir coğrafyada, Batılı seküler kadınların mücadelesinden daha da zor bir mücadeleyi veren kadınları, Malala gibi kafalarından vurulana kadar göremiyormuşum. Bir yerdeki çok esaslı kadın mücadelesi, en başta başka kadınların onayını almak zorunda kalıyormuş. Kendi mahallesinde dışlanan, kendi kültüründe ayrık otu kabul edilen, kendi kökleriyle savaşan kadınların bir de benim cephemde mücadelesi varmış. Oysa asıl mücadele ataerkiyleydi hani?
Tüm bu aydınlanmalarla kitabın altını çize çize bitirdim. Okumak isteyenler olur diye daha fazla alıntı yapmayacağım ki bence herkesin mutlaka okuması gerekiyor. Evet; hala kafamda oturmayan, bana mantıklı gelmeyen yerler var, evet tabii ki bir kitapla hayatım değişmedi daha gidilecek çooook uzun bir yol var ama bunlar hep ikincil kazanımlar. Ben kendi adıma en büyük kazancı elde ettim. İkiyüzlülüğümle yüzleştim, aynada kendime baktım. Daha çok kadını anlayabildiğim, daha çok kadınla gönül birliği yapabildiğim bir üst versiyonuma dönüştüm. Bundan sonraki yolu bu bilinçle yürüyeceğim ki bazı şeyleri daha doğru anlayabileyim. Umarım bu yazı, benim gibilere yüzleşme fırsatı verir. Umarım bu yazıyı okuyan ve benim gibi (!) olmayan inançlı kız kardeşlerim öz eleştirimi kabul eder. Tüm kadınların özgürlüğüne!
Okurken kendimi gördüm, dilime yerleşen bazı şeyler vardı ve bunu açıkça yapıyordum. Bir kadın şort giyindiğinde çok güzel olmuş herkes dilediğini giyinmeli bence diyip ileride başörtülü bir kadın görünce “şuna bak sarmalanmış bu sıcakta” diyordum. Okudukça bu yaptığımın doğru olmadığını anladım. Herkes istediği gibi yaşasın derken bazı kadınları görmezden gelmek. Belki de yaptığım en büyük hatamdı.