REÇEL

Anneliğin Yükünü Attık Omuzlarımızdan

Kutsallık atfedilerek göklere çıkarılan anneler, kadınlığın zorunlu ve doğal bir sonucu olduğu dayatmasıyla bütün bu yolculuk boyunca yalnız kalmaya mahkûm ediliyor. O zaman nedir benim anneliği hür irademle seçmemin anlamı?

Yazar: Sıla Türköne

Aynaya bakınca fark ediyorum dağılan saçlarımı, bölük pörçük uykularımın gözaltlarıma yerleştirdiği simsiyah gölgeleri ve gözümün kenarında kalmış çapağı. Acaba yüzümü yıkadım mı? Saat kaç oldu? Ekmek var mıydı evde? Kaç kere ağladı uyandığından beri… uyandığımdan beri… uyandığımızdan beri. Kaç kere uyandım, uyuduğumuzdan beri? Dişimi fırçaladım mı? O tekrar uyanmadan bir şeyler atıştırabilir miyim? Bulaşıklar birikmiş önceki günden. Önce bardaklar, bir, iki, üç ve booom, ağladı. Altı aylık bir sabah rutini.

Kendinizle ilgili her şeyin önüne geçen, bakım verme ve alma döngüsünü her an sorguladığınız, “Ben bu işin neresindeyim, benim ihtiyacım ne?” diye bile soramadığınız bir rutin. Artık yapamadıklarınızla dolayısıyla yapmak zorunda olduklarınızla her karşılaşmada bir anlamda dibe vurduğunuz ve sizi dipten çıkaracak bir yardım eline muhtaç olduğunuz; ama bunu kelimelere dökecek enerjinizin bile olmadığı, kendinizi, daha önce kim olduğunuzu unutmadan sürdüremeyeceğiniz bir yerden sesleniyorum sizlere: Evet burası annelik denilen o durak. Buraya nasıl geldik, buradan sonra rotamız nerelere götürecek bizi, bilmiyoruz ama “annelik” denilen her neyse onu baştan yazmaya niyetliyim kendi adıma. Başka türlüsünün benim deneyimimde yeri yok. O zaman başlayalım.

“Kadın doğulmaz, kadın olunur,” şiarındaki kadının yerine herhangi bir “olma” durumunu veya halini koyabiliriz. Bu yazı özelinde ben bunu “Anne doğulmaz, anne olunur,” diye değiştireceğim. Nedir bu annelik diye yaşadığımız, anlattığımız, “yaşadığımızı” zannettiğimiz şey? Annelik duygusu diyebilir miyiz mesela? Doğuştan kadın cinsinin sahip olduğu bir duygu ve dolayısıyla erkeklerin doğasında hiçbir karşılığı olmayan bir duygu mu annelik? Yoksa Beauvoir’un altını çizdiği kadınlık “durum”larından biri mi? Beauvoir’un “oluş/ becoming” dediği ve henüz adının “toplumsal cinsiyet” olarak koyulmadığı o yıllardan sonra, Butler’ın “performativity” diyerek tanımladığı cinsiyet durumlarından biri ve dolayısıyla her deneyimi kendine has kılan bir durum olarak ele alalım anneliği. Alalım çünkü tam da bu sorularla cebelleşirken doktora dersim için yaptığım okumaların birinden şöyle sesleniyor Butler bana, “Annelik duygularını doğuştan gelen bir gereklilik olarak yorumlamak aslında onun bir seçim olarak sunulmasını gizleme tutkusunu ifşa eder. Eğer annelik bir seçenek olursa, başka neler mümkün olabilir?” diyor ve ekliyor[1], “Bu soruyu sormak bir anlamda bütün o kaskatı sınırları olan toplumsal durakları ve yerleri terk etme, toplumsal yaptırımları kaybetme ihtimaliyle baş dönmesi ve dehşete neden oluyor.” Ve alın size tutarsız bir “icat” olarak annelik diyor. Bu tutarsızlık bizim annelik anlatımızda sürekli kendini gösteriyor. Kutsallık atfedilerek göklere çıkarılan anneler, kadınlığın zorunlu ve doğal bir sonucu olduğu dayatmasıyla bütün bu yolculuk boyunca yalnız kalmaya mahkûm ediliyor. O zaman nedir benim anneliği hür irademle seçmemin anlamı?

Annelik Sevgisi[2] adlı kitabında Elizabeth Badinter, farklı dönemlerindeki annelik temsillerini tartışmaya açıyor. Tarihsel anlamda dönüşen, değişen bir durum olarak anneliğin veya annelik sevgisinin doğal olanla iç içe sunulan anlatısına karşı çıkıyor. Yani açıkça anneliğin ya da annelik sevgisinin, Butler’a selam çakarcasına insan ve daha çok erkek eliyle nasıl icat edildiğini aktarıyor. Bebek ölümlerindeki oranın oldukça fazla olduğu 18. yüzyılın başlarında anneler bebekleri bir yaşına gelene kadar onlarla bağ kurmamak adına emzirmekten kaçınıyorlar ve herhangi bir sınıf ayrımı olmaksızın doğumun hemen arkasından yenidoğanı bir süt anneye bırakıyorlar, ya da “terk ediyorlar”. Dolayısıyla ölümlerindeki mesuliyeti de omuzlarından atıyorlar. Süt annede kaybettikleri bebeklerinin arkasından kolayca “Huzura erdi,” diyebiliyorlar. Ve hatta bazı “cani” anneler bebeklerinin cesetlerini kendi elleriyle bir nehre bırakabiliyorlar. Bağ kurmanın yanı sıra aynı dönemde kocalarının ‘süt akan göğüsleri’ itici bulmaları sebebiyle cinsel hayatlarına sahip çıkmak için emzirmeyi reddedenler olduğunu da eklemiş olayım. Aynı yüzyılın sonlarında süt annenin bebeğin bakımında “asıl” anneden yetersiz kaldığı, bebek ölümlerinin bu sebeple hız kesmeden devam ettiği iddiasıyla, Rousseau’nun başını çektiği -şaşırdık mı, tabii ki hayır- adına da Jean-Jacque usulü denilen bir “doğal annelik” türküsü söylenmeye başlıyor. Sen kimsin be adam? Bu usulün ilk aşamasında anneler “içgüdülerine” sahip çıkarak bebeklerini yaşatmak üzere göreve çağırılıyor. İkinci aşamada annelerin içgüdüleri yetersiz kalmış olacak ki, doktorlar devreye sokuluyor derken bugün bizim dışımızda annelik adına herkesin konuştuğu o günlere varıyoruz. Ve hep birlikte soruyoruz siz kimsiniz be adamlar?

Annelik sevgisinin, annedeki narsisizmi okşayan tarafına işaret ederken de annenin çocukları arasındaki cinsiyete ya da karaktere göre değişen sevgi hiyerarşisine referans veriyor Badinter ve bir can sıkıcı soru da o soruyor, “Sevgi doğal, dolayısıyla kendiliğindense nasıl oluyor da birine diğerinden daha fazla verilebiliyor? Bu çocuğu toplumsal açıdan bize getirdikleri ve bizdeki narsisizmi okşadığı için sevdiğimizi itiraf etmek değil midir?” Bu soru beraberinde neler getiriyor olabilir peki, annesi olarak bebeğimi boğasım geldiği o anda yaşadığım öfke nöbetinin gerçek nesnesi kim mesela? Bebeğin durmak bilmeyen ağlaması mı? “Niye susmuyor bu çocuk?” sorusunun cevabını bulamayan ben mi? Yoksa bizi bu öfke anına götüren süreçte etrafımızda olmayan herkes mi? Bebeği ya da çocuğu anneye doğal olarak bağımlı kılan her anlatının sonu işte bu öfke nöbetlerine çıkıyor.

Bu seneki 8 Mart’ta düzenlenen bir konferansta kapıya en yakın köşede, ayakta bebeğimi uyutmaya çalıştığım bir anda, Hidayet Şefkatli Tuksal’ın annelikten söz ederken “Yeri geliyor bebeklerini boğmak istiyorlar,” demesi üzerine irkildim. Altı ay boyunca belirli aralıklarla beni dürten bu duygunun böyle kalabalık bir yerde yüksek sesle dile getirilmesi beni yaşadığım bu duyguyla barıştıracak bir hamleydi ki soru cevap kısmında mikrofonu eline alıp “Hidayet hocanın annelikle ilgili söyledikleri bizleri mutmain etmedi,” diyen 18. yüzyılın sonlarından kalma bir Rousseau kalıntısı bir adamın sözleri iliklerime kadar işledi, hafifçe titreyip kendime geldim. Bu duyguyla barışmaya ihtiyacı olan ben değildim, kendi icatlarını bize dayatıp oturdukları yerden her an mutmain edilmeyi bekleyen yüzyıllardır varlığından hiçbir şey kaybetmeyen bu yaratıklardı.

O zaman hep birlikte yazalım annelik türkümüzü, Sertap Erener’in yolun başı olarak gösterdiği yerden; “Biz haylaz rüzgarlar önünde şimdi, “anneliğin” yükünü attık omuzumuzdan. Siz sandığımız şey belki bizim yüreğimizmiş. İyi ki dönmüşüz ve dönmeliymişiz yolun başından.”

Dipnot: Bu yazı 23.03.2022 tarihinde yazılmış olup yazıda geçen kişi ve kurumlar tamamen gerçek hayattan alınmıştır. Üzerinden geçen zamanı da göz önünde bulundurarak bir kez daha bağıra bağıra söyleyeyim “İyi ki dönmüşüm yolun başından.”


[1] Butler, Judith (1986) “Sex and Gender in Simone de Beauvoir’s Second Sex,” Yale French Studies, No. 72, Simone de Beauvoir: Witness to a Century (1986), pp. 35- 49

[2] Elisabeth Badinter (1992), Annelik Sevgisi: 17. Yy’dan Günümüze Bir Duygunun Tarihi.

Konuk Yazar

1 Yorum