Konuk Yazar: bir de şurdan bak
Görsel: Lubna Al-Tai
Bugün sosyal medyada onlarca 8 Mart kutlaması gördükten sonra birden aklıma düştü: Bugün en çok kimin günüydü? Bu sorudan sonraysa aklıma tanıdığım onlarca kadın, dinlediğim yüzlerce hikâye, unutmaya çalıştığım, ama bir tarafından ortağı olduğum birçok anı ve nereye koyacağımı bilemediğim bir sürü düşünce üşüştü. Sonra anneannem, annem, ben ve belki bir gün kızım… Kafamın içindeki tüm düşünceleri, pirinci bir tepsiye döküp gibi taşını ayıklar gibi ayıklarsam; o zaman içimdeki huzursuzluk diner sanırım. Bugün bizim günümüzdü, bizim hikâyelerimizi düşündüm.
Köyün birinde doğan güzeller güzeli anneannemi düşündüm ilk. Şehirli bir adam olan dedemle evlendikten sonra alışamadığı, ama hep bir köşesine ilişmeye çalıştığı başkalarının hayatı… Sürekli takındığı o mahcup tavrı, eksik Türkçesiyle cümlesini her bitiremeyişinde “Kızım ben napalım,” deyişi… Dedemin adı dışında olmayan sıfatı ve sonra çocukları, hastalıkları ve kaderim dediği diğer birçok şey… Şimdi yaşlılığında eksik bırakıldığı birçok şeye hayranlıkla, ilgiyle bakışı içimi burkuyor. Kitaplarıma, yazışıma, okuyuşuma, seyahat edebilmeme, kısaca normal bir yaşama sahip olmama. Hayat sana farklı imkânlar sunsun isterdim anneanne! Mesela okula gitseydin, ne olmak isterdin merak ediyorum, nasıl bir erkekten hoşlanırdın, evini nasıl düzerdin, sınavların nasıl gelirdi, arkadaşlarınla nerede buluşmayı tercih ederdin? Okumuş olsaydın şehirli kadınların yanında en güzel sen konuşurdun eminim. Sana ait bir hayatın olsaydı bunu neye harcardın, hep merak ettim.
Sonra annem… Her annem dediğimde sızlayan içim ve “Güzel annem senin için bazı şeyler çok farklı olsun isterdim,” diyemeden geçemeyişim. Annem, annesinin kaderinden kaçıp başka bir kadere yuvarlanmıştı, hem de inanarak. Mutsuz bir anne ve zayıf bir baba arasında kavgayla büyüdüğü için hep güçlü olmak zorunda kalmış; gür saçlı, güzel sesli, melek gibi bir kadın annem. Gören hayran kalır; konuşan sussun istemezdi. Her şeyin en doğrusunu yapar; herkes aklı ondan alırdı. Şimdi 45 yaşında ve akıllı olmanın ne kadar büyük bir tehlike olduğunu anlatıyor bize. Anneannem bilmezdi ve üzülürdü. Annem çok bildi ve üzüldü. Benim ise bilmekle ilgili büyük sorunlarım var. Anneme dönmek istiyorum, ama ona nereden başlanır bilmiyorum, çünkü onun hikâyesinin sadece onun hikâyesi olmadığının farkındayım. Annesinin, kültürünün, toplumunun, inandığı dinin ve hepimizin bir parçasıydı. 18 yaşında, inanarak (severek değil inanarak) evlendi babamla, dünyayı değiştirebileceğini umarak. O kadar akıllıydı ki kimse ona akıl vermedi. Uçan kuşun bile kalbine dokunabileceğine inanırdı, bir bilse bin kişiye ulaşmaya çalışırdı, ulaşırdı da. Geleneksel ailesinden 16 yaşında ayrıştı. Okuduğu kitaplar, dinlediği radyo kayıtları, Allah’ın adı onu ürpertiyordu. Madem ölüm tek bir defa gelecek o da neden Allah için olmasın derdi, adanmıştı. Babamla tanıştı ve evlendi zamanla onu çok sevdi de. Sonra üst üste çocuklar, misafirler; kültürün ayrı, babamın ayrı, bizim ayrı yüklerimiz derken annem bir gün çok yoruldu. Babamla denk olarak başladıkları İslami “dava” yolculuğu babama itibar olarak dönerken, anneme bel ağrıları el becerileri mutfak mutfak ve daha çok mutfak katmıştı.
Babam çok vicdanlı ve merhametli bir adamdı ama o da babasından dedesinden kültüründen uzağa düşememişti işte ve bunun farkında bile değildi! Peki annemi bu hayata ikna eden şey neydi? Kendisi için olan dışında her şeyi eksiksiz yapması gerektiğini kim öğütlemişti ona? Din mi, kültür mü, ataerki mi, annesi mi? Anneannem hayattan mahrum bırakılmıştı annemse hayatın tam ortasında tek başına bırakılmıştı. Dinin şerefi de annemden soruluyordu, babamın itibarı da ailemizin şanı da… Her şeyin ve herkesin sorumluluğunu üstüne almıştı. Hayat sana da farklı imkânlar sunsun isterdim anne; çünkü her zaman bir şeyleri “bilmek” isterdin, uzun uzun okur tane tane konuşurdun. Mesela başörtü yasağı olmasaydı ve üniversiteye gidebilseydin- ki psikoloji okumak istermişsin hep- çok başarılı olurdun eminim. Sana ait bir hayatın olsaydı bunu neye harcardın, hep merak ettim.
Şu an bunları yazarken aynı anda kaç şeye kızgın olduğumu sayamıyorum. Çünkü anneannemin, annemin benim ve belki kızımın problemlerimizin sadece bizim problemlerimiz olmadığını biliyorum. Yasaklar koyan devletimizin, yangında ilk vazgeçilecek olanın biz olduğumuzu bize öğreten kültürümüzün, erkeklerin olan dinimizindi. Annemi bitiremeden (çünkü ne söylesem eksik gibi) şimdi bana ve tüm kadın arkadaşlarımın hikâyesine döndüğümdeyse çok başka bir noktaya ulaşıyorum. Babam eğitimimi hep çok destekledi, bana güvendi, bir kere olsun bir şeyi benden eksik etmedi. Ama annelerimizin yaşamları bizden bağımsız değildi. Hep çok güçlü olmalıymışım gibi hissettim. Evden küçük yaşta çıktım, bağımsızlaşmaya, annemin ve anneannemin kaderinden okuyarak kaçabileceğime ikna olmaya çalıştım. Şükür ki, ailem benim güçlü ve bağımsız olmamı hep çok destekledi ama dünyaya yeni temas ediyordum ve bambaşka bir mevzunun varlığını gördüm: Sorun babamda ve dedemde değilmiş de daha büyük bir şeydeymiş, “erkeklikteymiş”. Türkiye’nin en iyi imam hatip liselerinin birindeydim ve sürekli varlığıma gerekçe bulmam gerekirdi. Okuyorum çünkü şunu yapacağım, çalışmak istiyorum çünkü çünkü bir şeyler; erkeklerse okuyordu ve açıklamaya ihtiyaçları yoktu. Kadının dinde yeri neresi diye saatlerce tartışılırdı, “Hay Allah” derdim, “Acaba varlığım eksik de bu yüzden mi arıyoruz bu cevabı?” “Hadi biz var değiliz yeterince, peki bunu neden hep erkekler konuşuyor?” derdim. İnandığım Allah’ın merhametine olan imanım olmasaydı, erkeklerin tekelindeki bu dinde kendime yer bulamayacaktım. “En büyük göreviniz anne olmaktır derlerdi” koşarak annemi arardım: “Hayır kızım en büyük hedefiniz kendi hayatınıza sahip olmak olmalı” derdi. Erkeklerin tek bir hedefi vardı: Başarılı olmak; bizse hem başarılı olmalıydık hem de bunun gerekliliğine herkesi inandırmalıydık. Tartışarak, bizi büyüten soruların üstüne giderek, varlığımızı kendimize dahi ispat ederek geçirdiğimiz beş seneden sonra bu sefer de Türkiye’nin en iyi üniversitelerinden birini kazanmıştım. “Evet…” diyordum, “Şimdi ben, ben olarak etnik; dini ve diğer tüm kimliklerimle sonuna kadar varım”. Sonra insanlarla her temasımda varlığımın farklı yönlerini tekrardan ispat etmem gerektiğini hissettim. Bu sefer sorun dini kimliğimdi mesela. Her gün sarındığım severek giydiğim kıyafetlerim ataerkinin benim üzerimdeki tahakkümüymüş, bunu da erkeklerden öğrendim. “Hayır bakın inandığım Allah çok merhametli” açıklamasını yaparken, bu sefer anneme ve anneanneme üzülür gibi kendime üzüldüm. Yine varlığıma kanıt bulmam gerekiyordu, yine mercek altında bir nesneydim.
Annem anneannemden daha şanslıydı, ben de annemden daha şanslıyım. Ama bir yerde hepimizin bize ve çağımıza özgü kadınlık sorunlarıyla yüz yüze olmamız gerektiği gerçeği canımı sıkıyor. Bir gün belki kızım benden daha şanslı olsa dahi bu hikâyelerin bir parçası olursa ya, diyorum. Olmaması için bu hikâyeleri anlatıyorum. Şimdi 20 yaşımda, yaşımdan büyük bir hikâyenin bir parçası olarak hayatıma devam ederken 8 mart’ı değerli kılacak olan şeyin birbirine böylesine sıkıca bağlı kadınlık hikâyelerimiz olduğunu hissediyorum. Bugün en çok bu hikâyelerde az ya da çok yer alabilmiş kadınların günü, hepimizin günü. Anneannem, annem, ben ve belki bir gün kızım dahiliz.
Kartal güzel bir yuva :) böyle gür sorgulayan seslerin olduğunu bilmek insana umut veriyor
Bilemedim simdi annenize yada ananenize ne kadar benziyorum:) iyi bir kariyerden sonra gectim kocamin karisi evlatlarimin anasi evimin hanimi olarak 5 cocukla ve onlarin pesinden bir hayatin icinde buldum kendimi. 8 yasindaki kizima derslerinin onemini anlatirken bana “Ama Ben calismiycam ki senin gibi Anne olucam” dedi. Ona bu karari ileriye birakmasindan ve simdi elindeki imkanlari en iyi sekilde degerlendirmesi gerektiginden bahsettim. Icimden ise onun hayalini kurdugu gelecekteki 10 cocuguyla beraber mutlu bir yuva kurmasini daha cok onemsedigimi farkettim.