Konuk Yazar: Zeynep Ö.
Yaşananlar hakkında karmaşık politik analizlere girmeyeceğim. Taraf tutmaksızın güncel olayları izah etmek mümkün olmadığı için her çağda ve her toplumda geçerli ilkeleri ve kavramları tartışmayı, mesela, vahyi referans alarak adaleti konuşmayı tercih ediyorum. Hukukun üstünlüğünü, adil yargılanma hakkını, insan bedenine/naaşına saygıyı, savaş hukukunu tartışmayı sloganlar atmaktan, komplo teorileri üretmekten, sokaklarda tekbir getirmekten daha değerli buluyorum.
Ülkemizde “olanlar, oldu”, şimdilerde ise iddialar üzerine görevden uzaklaştırılanların, gözaltına alınanların, tutuklananların haberleri geliyor kulaklarımıza. Hatta bu vakaların sayısı o kadar çok ki muhtemelen bizzat yakınlarımız veya arkadaşlarımız bu muameleye maruz kalıyorlar. Kimimiz ise suçlu olup olmadığını bile bilmeden endişe ve korkuyla kendi hakkındaki yargının infazını bekliyor. Gittiği dersane, çocuğunu kaydettirdiği kolej, hesap açtırdığı banka, okuduğu dergi mi terörist olduğuna delil olacak bilinmiyor. Suriyeli arkadaşlarımın bir zamanlar Esed’in adı anıldığında yüzlerinde beliren korkulu ifadeler beliriyor yüzlerde. Sohbet edilirken telefonlar kapatılıyor dinlenme ihtimaline binaen. Acılı yakınlar aranamıyor kimvurduya gitmemek için. İşyerlerinde kulisler yapılıyor, siyasi referanslar aranıyor yeniden.
Kısacası, adalet adlı pehlivan nefret ve korku adındaki cücelere yenik düşüyor.
Böyle bir hengamede adaletin nasıl tesis edileceğine ve hüküm verilirken hangi ilkelere riayet edeceğimize dair en mükemmel örnek bizzat Yaratıcı’dan başka kim olabilir? Onun kendi için de bağlayıcı kıldığı ilk prensip: “Yargılamadan hüküm verme.” Geçmişi, geleceği, kalplerde gizlediklerimizi ve aşikar ettiklerimizi, yerlerde ve göklerde olanı bilen Allah, Hesap Günü önce şahitleri çağırıyor, davalıyı konuşturuyor, iddiaları dinliyor ve ancak hak apaçık ortaya çıktığında hüküm veriyor. Dilerse affediyor, dilerse adaletiyle infaz ediyor. Ama kimin mümin, kimin kafir, kimin salih, kimin günahkar olduğunu bildiği halde yargısız hüküm vermiyor. Mutlak bilgi ve adalet sahibi olduğu halde Tanrı bile mizanı kurup tarafları dinliyorsa bize ne oluyor ki sadece bir iddia üzerine hüküm verip cezayı uygulamaya geçiyoruz?
Adaletle ilgili ikinci prensip: “Hiçkimse başkasının suçunu yüklenmez.” Kur’an’da defalarca apaçık ayetlerle (bkz. Necm, 38, Fatır, 18 vs.) vurgulanan bu ilke şimdilerde ayaklar altına alınmış çiğneniyor. Eşi örgüte üye olduğu iddiasıyla gözaltına alınanlar, kardeşi bankada hesap açtı diye işten atılanlar, çocuğu onların üniversitesinde okuduğu için tutuklananlar hangi yasalar adına bu muameleye tabi tutulabiliyor? Musa’nın canına kasteden Firavun’un karısını Allah sorumlu tutmak bir yana cennetle müjdeliyor. Putperest babanın oğlu İbrahim (as) muvahhid peygamberlerin öncüsü oluyor. Ne var ki adaletin bu en temel ilkesi bugün tamamen yok sayılıyor.
Üçüncü prensip: “Cezanın uygulanmasında aşırılığa gitmeyin ve insan bedenine ve naaşına saygı duyun.” İslam bize, mü’min veya gayrı müslim farketmeksizin insanın, ruhuyla ve bedeniyle izzet sahibi olduğunu söylüyor. Peygamber’inamcası Hamza’ya yapılan işkenceye öfkelenen ve müşrik ölülerine aynı şeyi yapmak için ayağa kalkan Ebu Katade’ye Peygamber, “Otur! Sen Allah katında sevabını iste ey Ebu Katade! Kureyş müşriklerinin ölüleri birer emanettir. Sen yaptığın şeyin uzun müddet onların yaptıklarıyla birlikte kınanarak anılmasını ister misin?” buyururken bizim en aklı başında saydıklarımız “hainler mezarlığı” fikrini ortaya atıyor. Gelip geçenler lanet okusun, öfkeli ve itidalden yoksun insanlar kabirlerinde onları rahat bırakmasın deniyor. İşkence haberleri ve görüntüleri kanıksanmaya ve savunulmaya başlanıyor.
Birbirimize önce hakkı (hukuku) sonra sabrı tavsiye etmemiz gereken zor zamanlardan geçiyoruz. İsmet Özel’in, “desem öldürürler, demesem öldüm” sözünü anımsıyorum, ama yeterince cesur olmadığım için ancak şu kadarını söyleyebiliyorum: en kanlı savaşın bile hukuku vardır. Müşrik ya da hain bile olsa insan bedeninin saygınlığı vardır. Vatanı da, bayrağı da kutsal yapan insandır ve “vatanı korumak” hiçbir zaman adaletsizliğe ve hukuksuzluğa mazeret olmamalıdır.
“Hiçkimse başkasının suçunu yüklenmez.” and yet we punish whole socities for the supposed crimes of the few- we assume we know peoples intentions at our peril
Ben yazınızda darbeyi yapan, insan canına kıyarken gözünü kırpmayanların da sonunun ne olacağını yazmanızı isterdim. Yazınıza çoğunlukla katılıyorum, kurunun yanında yaş yanmaz adalet bu değildir. Ama merak ediyorum idam kararı hakkında ne düsünüyorsunuz? Çok samimi soruyorum size, maksatım yazınızı çürütmek değil. Selametle..
Münzevi adlı hesap sahibine katılıyorum. Elbette adalet yerini bulsun.Kurunun yanında yaş ta yanmasın. Ama madem bu kadar adaleti savunuyorsunuz darbeyi yapanlardan,gözünü kırpmadan kendi ülkesinde ki insanlara bomba atıp kurşun yagdiranlarin ahvalinden de bahsetseydiniz keske.iste bu yüzden yazdıklarınızı samimi bulmuyorum.
Allah razı olsun..
@Seyhan
Adaleti savunmak/arzulamak illa suçluyu belleyip ona laf sokmayı mı gerektiriyor anlayamıyorum. Darbeyi yapanlar da adaletle muameleyi hak ediyor. Kendi insanına kurşun sıkmak tabirini kullanıp olayı duygusallaştırmak yerine, adaletin yanında olunması gerektiğini telkin eden bu yazıya kulak vermek gerek.
Size kurşun sıkanlara karşı adaletle muameleyi isteyenler, sizin için ağlamak zorunda değiller ve bu da onları samimi bulmamanızı gerektirmez.
Size çok geçmiş olsun. Çünkü bu cümlelere ancak bu söylenir. Geçmiş çünkü birçok şey gelip geçmiş cümlelerinizden..
[…] vakt-i zamanında çok güzel bir yazı yayınlamıştık, o yazı geliyor aklıma, sıklıkla: “Tanrılaştırdıklarımıza Tanrı’nın kurallarını Hatırlatma Zamanı”. Her geçen gün hukukun adaletin sözünü söyleyenlerin, savunanların, “eşitlik değil […]