REÇEL

Taybet Ana

Acı ve öfke birbirine karışıyor. Biz her gün yeni bir utancı atıyoruz sırtımızdaki küfeye.

Yazar: Elif Kılıçaslan
taybet kopya
 
Taybet ananın oğlunun sözlerini bir kaç teşebbüsten sonra okuyabildim. Kafamdan o kadar hızlı o kadar çok şey gelip geçti ki. Tuhaf bir biçim de dedemi hatırladım. Yani küçüklüğümden beri bana anlatılanları. Genç yaşta kanser hastası olmuş. Babamı apar topar evlendirmişler. Kız çocuklarını çok severmiş dedem. Ölüm döşeğinde benim doğduğum ve kız olduğum haberi gidince üç kez hele be,hele be, hele be demiş ve ruhunu teslim etmiş. Yatağında ve mutlu bir biçimde. Adı Haşim olduğundan bir  e eklemişler ve adımı Haşime koymuşlar. Zihnimde bir resim gibidir bu hikaye. Sahi Taybet ananın oğulları, torunları, torunlarının torunları bu ölümü nasıl hatırlayacak? Nasıl bahsedecekler?

Hayat kolay bir maraton değil. Hepimize zaman zaman “sıkışıp kalmanın, çaresizliğin” dersini  verir. Bu nasıl bir acıdır? Bu nasıl bir çaresizlik? Anneniz, dünya üzerinde değer verdiğiniz en önemli insan, can çekişiyor ve kurtarmak için tek bir adım atamıyorsunuz. O kıvranırken sadece izliyorsunuz. Sonra yanına bile gidemiyorsunuz. Hâlbuki çok yakınınızda, görebiliyorsunuz.

Ah uzak diyarlar için attığım sloganlar!

Sonra dönüp kendime baktım. Bunca şey hepsi gözlerimin önünde. Topluca bir kapana sıkıştık sanki. Hiç bir şey yapamıyoruz. En ön koltuktan vahşeti izleyip, yorumlar yapıyoruz. Her yorumda kendime öfkeleniyorum. “Bu sözler ne işe yarıyor? Kendini mi aklıyorsun?” diyorum zaman zaman. İzledikçe kararıyoruz. Konuştukça sıradanlaşıyor kötülük. Her yerimizi sarıyor. Üzerimize,etrafımıza bulaşıyor. Her yerimi büyük bir utanç duygusu kaplıyor.

Barış dedikçe öfkeden deliye dönenler var. Kim takar gezegeninde yaşayanlara ne söz ne ölümler değmiyor. Keyiflerini kaçırmıyor. Umurlarında bile değil. Hasbelkader şahit oldukları her şeye ağızlarından köpükler saçarak, savunmayla hiçbir şey dinlemeden, duymadan ezberlerindeki cümleleri sıralayıp, düşman hanelerine sizi de ekliyorlar. Mecellede şöyle bir kural vardı, hani? “Bir anne namaz kılarken çocuğu kuyuya  düşüp ölse, İslam hukukuna göre katili annesidir”. Neden mi? Tedbir almadığı için. Kıldığı namaz onu temizlemez ya da masum kılmaz. Erbakan’ın en çok verdiği örneklerden biridir. Bunu onun ağzından o kadar çok dinledim ki. Sanırım dinlememiş milli görüş geleneğinden gelen kimse yoktur. Sonra “Amerika’nın arka sokaklarından da siz sorumlusunuz” derdi. Nerede bir mazlum varsa onun hesabı sizden sorulacak.
Sonra marşlar dinlerdik. “Ömer’ler, Hamza’lar var olur yine” … Kısa çöp uzun çöpten hakkını alacak. Sonra Ömer ki bir kuzunun hesabını veremedi.

Şimdi tüm bunlar kocaman bir ironi.


Nihat Hatipoğlu ekranda çıplak yıkanmanın vebalini anlatıyor, ağlak sesiyle. Kendisine atılan iftiralardan bahsediyor. Yine vebali ve hakkını helal etmeyeceğini koyuyor mihenk taşı olarak.


Ellerinde beyaz bayrakla göç etmek zorunda kalanlardan bahsetmiyor, ulu hocalar (!). Kimsenin vebali değil. Ölmeleri, göç etmeleri, sokakta analarının 7 gün kalması reva gördüğümüz en doğal hakları (!). Sanki uzaylılardan bahsediyoruz ve konunun bizimle hiç alakası yok. Hiçbir sorumluluğu almamak için, tüm gerçeğe sımsıkı kapatıyoruz gözlerimizi ya da bazıları seyredip, keyif almayı seçiyor. Ellerin
de mazeret listeleri…

Acı ve öfke birbirine karışıyor. Biz her gün yeni bir utancı atıyoruz sırtımızdaki küfeye.  
Hangimiz Taybet ananın oğlunun yüzüne bakabilecek kadar temiz?

Konuk Yazar

Yorum Ekle