Yazar: Huri
Müslüman kadınların kamusal alan tecrübesi, belli kamusal alanları kullanma biçimleri çeşitli çalışmaların konusu oluyor. Bunlardan bir çoğu belli meselelere işaret etme, belli sorulara yanıt bulma belli dinamikleri ortaya çıkarma konusunda oldukça başarılılar. Lisans eğitimi sırasında bulunduğum üniversite ile yüksek lisansa devam ettiğim üniversiteye dair geliştirdiğim aidiyet hissini karşılaştırdıkça, gündelik hayatta ‘mekân’ ile kurduğumuz birbirine geçkin, karşılıklı ve saydam olduğunu düşündüğüm ilişki, beni daha bir cezbeder oldu. Aslında bilinçli bir karşılaştırma denilemez buna. Yüksek lisans yaptığım sırada, kullandığım ofisten, mescidine, arkadaşlarımla sohbet ettiğim kafesinden, çardağından oturup ders çalıştığım bahçesine kadar bu mekânı ne kadar benimsediğimi fark ettiğimde aslında üniversite yıllarımı geçirdiğim okuluma da mekânal anlamda hiçbir aidiyet geliştirmediğimi gördüm. Lisans hayatımın ilk iki yılında başımı açarak ya da şapka takarak girdiğim ve ders biter bitmez kaçmak istediğim o mekânın üniversite yıllarıma dair bende çok az bir izi varken, okul çevresinde namaz kılmak, dinlenmek ve kütüphanesinde ders çalışmak için gittiğimiz Bisav, Süleymaniye Camii vb., arada bir öğlen yemek yemek için uğradığımız Ensar Vakfı üniversite anılarımda çok daha fazla yer eder. Bu yıl ise benim günün büyük bir bölümünü severek geçirdiğim okulda çok da severek vakit geçirmeyen arkadaşlarla da karşılaştım. Ben sadece uyumak için yurda gitmeyi tercih edip, diğer bütün eylemlerimi (ders çalışmak, kitap okumak, film izlemek) okulda gerçekleştirirken, yurtta birlikte kaldığım arkadaşlarım dersten hemen sonra yurda gitmeyi tercih ediyordu. Bu farklı tercihlerde elbette yaşın, dolayısı ile eğitim yılının, etkileşimde ve ilişkide bulunmak durumunda kalınılan insanların, bulunulan konum itibari ile eşit imkanlara sahip olmamanın etkisi vardı. Aşikar olan ise benim aidiyet geliştirdiğim ve orada olmaktan sıkılmadığım bu mekân onlara bu şekilde bir ilişki geliştirme imkanı sunmamıştı.
Bu örnek ile şu düşünceme dayanak sunmaya çalışıyorum: Mekân bazen bizim davranışlarımızı belirliyor, bizi bir kalıba sokuyur. Belli kişileri içine alıyor, belli kişilerin dışarıda kalmasına neden oluyor. Bazen her bir kişi sadece mekânı kullanan kişiler iken, bazen belli gruplar mekânı dönüştüren, ona şekil veren ve orayı, orada gelişen ilişkileri domine eden bir hal de alabiliyor. Bu nokta ile ilgili hoşuma giden bir örneği aktarmak istiyorum. Geçen yıl Sultangazi’de özel bir hastahanede diyetisyene gitmeye karar verdim. Yaklaşık üç ay devam ettim . Uzun bir aradan sonra bu yıl tekrar başladım.
Geçen yıla göre bu yıl mekânda ufak bir değişiklik yapılmış. Diyetisyenlik bölümünün olduğu katta göz ve lazer epilasyon bölümü de vardı. İçeri girildiğinde danışma ve sekreterya standının önünde arka arkaya sıralanmış sandalyeler bulunuyordu. Sağ taraftaki koridorda göz polikliniği, sol tarafta ise diyetisyen ve lazer epilasyon bölümüne açılan bir kapı vardı. Her polikliniğin hastası danışmanın bulunduğu ortak alanda bekliyordu. Diyetisyen hastası ile görüşürken yardımcısı hemen yan odada bir sonraki hastanın ölçümünü yapıyor, diğer hastalar ise bu iki odaya açılan kapının dışında bekliyordu.
Bu yıl hastanede ikinci bir diyetisyen daha hasta bakmaya başlamış. Geçen yıl ölçümün yapıldığı oda da yeni gelen diyetisyene tahsis edilmiş. Bahsettiğim koridor üzerinde hastaların ölçümünün yapılması için küçük bir bölme yapılmış. Koridor yine cam paravan ile bölünerek lazer epilasyon bölümünden ayrılmış ve diyetisyen odalarının önünde oturanların birbirini görebileceği şekilde karşılıklı koltuklar koyulmuş. Bu bahsettiğim yer öyle geniş bir alan değil, oldukça küçük bir yer.
Hastaların büyük bir çoğunluğu baş örtülü kadınlar ve Sultangazi ve çevre semtlerde oturuyorlar. Kimisi akraba, kimisi komşu, kimisi de ilk kez burada tanışıyor. Hasta yoğunluğu nedeni ile randevu saatleri sarkıyor. Mekânın bu şekilde dizaynı ise kadınlara daha samimi ve özerk bir muhabbet ortamı sağlıyor tabii. Burada tanıştığı kişilerle arkadaş olan kadınlar bekleme süresince hamilelikten, anneliğe, gelinlik, kaynanalık, akraba ilişkileri, ev işleri, e gayet doğal olarak yeme içme alışkanlıkları gibi bir sürü meseleyi konuşuyorlar, hatta acılarını bile paylaşıyorlar birbirleri ile. Çalışanların da, doktorların da kadın olduğu bu bölümde kadın egemenliği oluşturuluyor resmen. :) İletişimi engelleyen arka arkaya sıralanmış koltuklarla, resmi ve seviyeli konuşma ve hitap cümleleri ile oluşturulan o kurumsallık yıkılıyor. Onun yerine kurulan bu özerk alanda, doktordan çalışanına canımlı-cicimli, büyükler için ablacımlı, ekseriye isimlerle hitap edilmeye başlanıyor. Mahallenin ve gündeliğin dinamiği de buraya taşınmış oluyor. Evet hep kadınlar diyorum. Hiç mi erkek hasta yok? Elbette bir kaç tane var. Ancak kadınlar bu mekânı öyle bir ele geçirmişler ki erkeler ölçümleri yapar yapmaz kendilerini koridorun dışına atıyorlar ve orada sıralarını bekliyorlar. Yani muhtemelen hiç planda yokken mekân kadınlara evlerinde, çocuklarını oynamaya götürdükleri parkta, ya da bu semtlerde hala devam eden kapı önü sohbeti gibi bir imkanı sunuyor, onlar da bu imkanı sonuna kadar değerlendirip bir anlamda erkeksiz hava sahasına dönüştürüyorlar (erkek hastaların 50’de 1 ya da 2 olması da buna katkı sağlıyor tabii). E şimdi iyi bir şey mi bu kötü bir şey mi? Valla yazıyı buna cevap olsun diye yazmadım. Ama ne yalan söyleyeyim bu ortam bu hali ile çok hoşuma gidiyor.
Yazınızı okurken aklıma güzelim vapurlarımız ve bazı vapur bozması motorlar geldi. Yolcuların arka arkaya oturmak zorunda kaldığı estetik yoksunu motorları kastediyorum. Vapur kültürümüz yavaş yavaş kaybolurken, sizin de yazdığınız gibi mekanların ne kadar önemli olduğunu hep düşünmüşümdür. Toplumun farklı kesimlerinin diyaloğu, kadın erkek, baş örtülü baş örtüsüz, çocuklu ortamların ve insanların teması için mekanlar çok önemli. Kaybolmaya yüz tutarken ne yazık ki önemini daha iyi kavrayabiliyoruz, en azından ben daha iyi kavradım.
[…] Yazının tamamı için Reçel Blog’a devam edin […]