Yazar: Feyza
Gürültüden insan kendi sesini duyamaz oluyor. Kendi sesim diye bir şey var mı tabii, bilmiyorum. Bütün bir yazı endüstrisi bizden sadece kendimize ait, yenilikçi ve orijinal işler yapmamızı bekliyor: twit atarken de böyle, akademik teamüllere uygun bir tez yazarken de. Fakat aynı yazı endüstrisinin gelmiş geçmiş en iyi eserleri, bize kendimize ait, yenilikçi ve orijinal bir ‘ben’ olmadığını anlatıyorlar. Katmanlı, çelişkili, kontrol edilebilir, kendini inşa edebilir, dönüp kendine bakabilir, içi dolu, içi boş, piyasa, devlet, din ve arzular aracılığıyla düzenlenen ve esneyen bir acayip ‘ben’. Bunca yıldır kendime dair anladığım ve başkalarının kendiliklerine dair anlatmaya çalıştığım hikâyede bana yardım eden teorilerin kısa ve eksik özeti budur.
Bir de böyle dibine kadar kazıyıp anlamaya çalıştığımız insanlık hallerinin katman katman yukarıya doğru yükselen temsilleri var. Her bir kayıt, fotoğraf, söz, fotoğrafın üzerine kurulan söz, sözün üstüne kurulan söz ve bunların ayrı ayrı türleri, biçimleri, her biri üzerine yeniden yeniden başlayan deli bir konuşmalar zinciri… İnsan haliyle yeniden soruyor: bu sirk gibi temsilde gerçekten ‘benim’ diyebileceğim bir ses var mı?
Bütün bu girizgâhı çarşaflı kadın fotoğrafına bakmakla ilgili konuşmak için yapıyorum. Tersten başlarsak belki konuşmaya bu sefer işe yarar. Düzden konuşmaların hepsi boşluğa düştü gibi hissediyorum çünkü. Üzerinden bir miktar zaman geçti, fotoğrafa konu olan bebek 1 aylık olmuştur, doğumu yapan kadın bir çoktan iyileşmiştir, fakat fotoğraf aynı fotoğraf, onda bir değişiklik yok.
Niyetim, fotoğraf üzerine yapıştırılan hikâyeyi bir tarafa bırakıp biraz fotoğrafa odaklanmak, sonra dönüp hikayeye ne oldu diye bakmak. Ezilme-özgürleşme, görme-görünür olma-görmeme-gizleme, disiplin-kontrol-irade diye geniş bir repertuardan da faydalanıyoruz ya bunları konuşurken, insan yine de kendini bulamayacağını bilerek arıyor, ben bu fotoğrafın neresindeyim? Daha doğrusu bu fotoğrafın öznesi ben miyim, bebek mi, kucağında bebeği tutan erkek mi, içindekini görünmez kıldığı iddia edilen siyah çarşaf mı, görünmezliğinin bu kadar görünür kılınmasıyla hepimizi başka bir tarafımızdan irkilten kadın mı? Bu fotoğrafı iştahla dolaşıma sokup tıklanma sayısını sayan medya ajansları mı? Konuşmaya tamamen zıt kutuplardan katılan erkekler ordusu, başka türlü zıt kutuplardan katılan farklı farklı kadınlar mı? Tartışma mizansene konu olan insanlara, bilhassa kadına dair varsayımlarla başlıyor, fakat onlarla birlikte kaç tane öznesi var bu fotoğrafın?
Tartışma diğer bütün özneleri bertaraf edip, bu varsayımlarla ve bu insanlarla başlıyor. Seyirciye pek de olmamış gibi gelen bir kadın ve fazlaca orda olan bir erkek ve geleceği üzerine bin tane olmamışlık tahayyül edilen bir bebek üzerinden dönen bir ezme, ezilme, özgürlük ve irade tartışması. Etten kemikten insanlardan başlayan tartışma elbette o insanlara hiç gelemiyor, zira en başta siyah çarşaflı kadının hikâyesi fotoğraf karesinden taşıyor, TC’nin ilkokul kitaplarına kadar uzanan resmi tarihine kadar uzuyor. Bebeğin hikâyesi ise muhakkak ürkütücü bir geleceğe doğru… Hâlbuki baktığımız iki boyutlu bir fotoğraf değil miydi? Değil tabii, fotoğrafın etki ve yayılma gücü çizdiği çerçeveye dışardakilari dâhil etme becerisinde saklı. Bir de tam merkezine oturttuğu özneyi silüetleştirmesinde, sessiz sözsüz bırakmasında, mitleştirmesinde… Öyle bir boşluk ki üzerine bin tane hikâye yazsan gider. Yazdık da. Elimiz titremeden, etten kemikten bir insandan bahsettiğimizi düşünmeden.
Diyeceksin ki eee sosyal bilimcisin, işin bu değil mi? Bu işi yapmanın bin yolu var tabii ki, ama benim tutturmaya çalıştığım yol kendi sesimle, sözünü ve hikâyesini kaydettiğim insanları ezip geçmemeye çalışan bir yol. E sen hiç Foucault neyim okumadın mı, irade denen şeyin modern bireyin kendi köleliğini arzu etmesinden başka bir şey olmadığının farkında değil misin? O işler öyle değil derim ben de. Teorinin insan bedenine öyle hoyratça tercüme edilmesiyle ilgili sıkıntım var. Piyasa, devlet ve dinin ortaklaştığı cinsiyet rejiminde yalan da olsa, oldukça tedirgin de olsam, hiçbir şeyden emin olmasam da kendime dair bir hayat, parçalı ve bir o kadar da yorucu bir hayat kurma çabası içindeyken, hiçbir temsili, bir insanın kısa ve hüzünlü hikâyesi olarak okumak istemem. Dine dair, devlete dair, sisteme dair eleştirilerimizi, yine devletin ve kadrajın öğütmeye çalıştığı bir kadının hali, bir kadınlık hali üzerine boca etmemiz beni utandırıyor. Evi barkı, eşi dostu, geçmişi geleceği ve tıpkı benim gibi belini doğrultmaya çalıştığı, bir tutarlılık ve bütünlük içinde sürdürmeye çalıştığı bir hayatı olan bu kadına yüklediğimiz tartışmanın altına girersem, yükü hafifler mi diyorum. Belki de böyle bir kaygıyla fotoğrafı üstleniyorum, benim hayatıma dokunulmuş gibi kızıyorum.
Fakat belli ki bu yük tartışmaya farklı taraflardan katılan kadınların birbirlerine karşı kılıç kuşanmasıyla hafiflemeyecek. O yüzden irade, özgürlük, kulluk, kölelik, proje, devlet, sistem, aile tartışmalarımızı artık ismiyle cismiyle, geçmişiyle, çoluğu çocuğuyla kamusal alana saçtığımız kadınların üzerinden çekelim. Bu hırpalanmaya seyirci ve konuşmacı olarak katılan kadınlar olarak da hırpalanıyoruz. Derdim tabii ki başörtüsünü, çarşafı, örtünmeyi konuşulmaz kılmak değil, aksine bütün bu tartışmaların kendisinin düşünsel ve duygusal olarak hepimizi bir miktar kararttığı. Bu karanlık biraz aralansın da öyle konuşalım diye bekliyorum, senelerdir…
eee, ne dedin şimdi?
ortuyu ve ortunmeyi tartisabiliriz ama bunu kisiler uzerinden yapmamaliyiz demis yazar.-yukaridaki soruya cevap-
aynen oyle,kisilerin teshir edilip siliklestirilmesinin, tartismalarin onlar yokmuscasina yapilmasinin nedeni uzerinde degil de olaya siliklestirilmeye calisilan ve cevresi acisindan bakilmis.tam da olmasi gereken yerden bakilmis diyebilir miyiz bence diyebiliriz:-)
Bir arkadaşimi ve yeğenini Suriçinde gezmeye çıkartmıştım bundan beş yıl önce. Yeğeni yurtdışında yaşayan bir lise öğrencisiydi. Çarşamba’da gezer iken bize doğru yaklaşık on-on beş civarında çarşafli genç kız geliyordu. Yurtdışından gelmiş genc kıza “ne düşünüyorsun”diye sorduğumda “yüzleri çok güzel” demişti. Bu cevap beni çok şaşırtmisti.
Diger taraftan baktığımızda ise başörtülu çarşaflı kadınlar için sürekli “laik kemalist devletin” baskısından bahsediliyor. Ama daha büyük baskı aracı olan mevcut din anlayışı, gelenek,toplum,aile,cemaat bunlardan bahsedilmiyor ve bu durum görünmez kılınıyor. Hatta kadınlar eliyle bu durum meşrulastiriliyor.