Konuk Yazar: Mimoza
“Çift kanatlı olmalısın ki uçabilesin. Dünya için çalıştığın kadar ahiretine de çalışmalısın” der annem. Arada sırada değil, mütemadiyen der. Her telefon konuşmasında bu kuş metaforunu, günlük sorgulamalar takip eder: “Teravihe gidiyorsun değil mi? Bak ne güzel mübarek ay vaktini iyi değerlendir. Mukabeleye de gitmiyorsun, çok üzülüyorum ben.” Bense her ibadetimde Allah’ı değil, annemi başucumda hissetmekten kendimi alıkoyamam. Tabii ki benim güzel anneciğim de kızının çift kanatlı olup uçmasını hayal ederken, çift kişilikli bir insana dönüşebileceğini hiç düşünmezdi.
Sene 1998-99. 28 Şubat sonrası baskıların hissedildiği bir dönemde ilkokula başladım. Babam bir devlet kurumunda memur ve Ankara’nın çoğunlukla memur, asker ve hukukçuların yaşadığı en seküler semtlerinden birinde oturuyorduk. Her gün okula giderken [tabii ki babamla çünkü annem kapalı] abim ve ben tekrar tekrar uyarılıyorduk: “Bak soran olursa biz Atatürk’ü seviyoruz tamam mı? Hafta sonu ne yaptığını sorarsa öğretmeniniz Kur’an-ı Kerim öğrenmeye gittiğini söyleme”. Saçmaydı ama bu tembihler işe yarardı. Çünkü ilim irfan yuvası okulumuzda her gün hocamız evdeki hayatımız hakkında sorular sorardı. Ailemiz hangi partiye oy veriyor, yılbaşında ne yapıyor, sureleri ezbere biliyorsak bunları bize kim öğretiyor, tek tek sınıfta ayağa kalkıp sorguya çekilirdik. Çocuk aklıyla garip gelmezdi ve sınıf öğretmenimizin niyetini hiç merak etmezdik. Hatta bu oyun hoşuma gitmeye başlamıştı. Okulda başka bir hayatım vardı, evde başka… Hayal gücümü sonuna kadar kullanırdım dindar hayatımızı maskeleyen hikâyeleri uydururken. Çoğu arkadaşımın ailesi sekülerdi ve ben onların arasında kendimi dışlanmış hissetmezdim, çünkü “Biz de yılbaşında tombala oynardık [babam yılbaşında hepimizi erkenden yatırırdı]” ve “Biz de yaz tatilinde deniz kenarına giderdik [mayo ya da bikini giymem yasaktı, annem mayonun altına kapri giydirirdi. Denize girmek için yalıtılmış mekânlar arardık]” derdik.
Ortaokula başladığım zaman artık tembihlere gerek olduğunu düşünmüyordu ailem. Ama benim de oyundan çıkmaya niyetim yoktu. Sosyal çevreme kendimi o zamana kada yansıttığım kimliğimle kabullendirmiştim. Seküler ve Atatürkçü olmak o dönem bir ergen için kendini açıklama çabası gerektirmeyen kolay bir kimlikti. Ama yazları Kur’an kursuna gitmeye başlamam işin rengini değiştirmeye başladı. Ben içten içe kendimi sekülerlik oyununa ait hissettikçe, ailem çift kanatlı olmam konusunda gitgide daha da ısrarcı oldu. Okuldaki başarım onları tatmin etmiyordu. Tek taraflı geliştirmemeliydim kendimi. Dini eğitimde de aynı başarıya ulaşmalı ve ailemin hayalindeki mükemmelliği elde etmeliydim. Bu durumun kaçınılmazlığını fark etmek ergenlik travmalarımı bir güzel katmerledi. Bu durumda dahi hayal gücümü kullanıp her yaz -asla güneş yanıklarıyla dönmediğim için (!)- uzun doğa kamplarına çıktığıma arkadaş çevremi ikna etmeyi başardım. Zordu ama alttan alta eğleniyordum bu durumla. Ancak liseye geçip ‘büyük gibi’ davranmamız gerektiğinin yavaş yavaş ayrımına vardıkça, bu oyunlar zorlaşmaya ve kimlik çatışmasına dönmeye başladı. Çünkü artık ailelerimiz dindar ya da seküler değildi. Biz dindar ya da sekülerdik. Dindarsan eteğin boyu dizlerini geçer, yakan ilikli olur, erkeklerle arkadaşlık yapmazdın. Sekülersen gizlice içki içer, erkek arkadaşların olur, mini etekle gelebilirdin okula. Bense etek meselesini es geçebilmek için tüm lise hayatım boyunca pantolon giydim, üst düğmeyi okula girmeden açtım ve erkeklerle arkadaşlık yaptığımı ailemden gizledim. Ayrıca artık hayatımızda ideoloji diye sonuna kadar savunmamız gereken bir kavram vardı. Atatürkçü öğretmenlerin olduğu bir lisede elbette yine Atatürkçü’yü oynamak en kolayıydı. Topluca “Kırkıncı yılında Denizlerin yolunda!” diye slogan atmak, Nazım Hikmet Kültür Merkezine gitmek de işin eğlencesiydi. Ama bu defa bir oyun olmaktan çok bir sahiplenişe dönmeye başladı bu ideoloji. Savundukça, öğrendikçe gitgide o kimliğe bürünmeye başladım. Hayat okulda güzel, evde fırtınalıydı. Bu durum ailemin hiç hoşuna gitmemişti. Hâlâ yazları ısrarla Kur’an kursuna gönderiliyordum, ne giydiğim takip ediliyor ve alttan alta annem dindar arkadaşlar bulmaya çalışıyordu bana. Bu durum çekilmez hâle gelmişti benim için. Ve tabii üniversitede İstanbul’da okuma fırsatını yakalayınca hiç düşünmeden ailemin yanından kaçtım. Ailem orada da peşimi bırakmamış, karma olduğu için öğrenci yurdunda kalmama izin vermeyip, tam olarak tanımadıkları bir cemaatin evine bırakmışlardı beni. Şansıma oldukça serbest bir cemaat eviydi ve ben nispeten aile baskısından kurtulduğum için çok mutluydum. Sonunda özgürdüm(!). Hemen hazırlık sınıfındaki bir arkadaş grubuna dahil oldum. Tam bir seküler gibi(!) yaşayabilirdim artık. Ama hiçbir şey hayal ettiğim gibi gerçekleşmedi.
Bir yandan cinselliğin çok rahat konuşulabildiği içkili ortamlar içimi bulandırıyor, çevremdeki insanlar muhabbet ederken uzun uzun boşluğa bakarak dalıp gidiyordum. Yıllardır ait olduğumu zannettiğim ortam artık pek de cazip görünmemeye başladı gözümde. Diğer yandan evinde bulunduğum cemaatle dini konularda çatışmaya başladım. Onlarsa açık olduğum ve açık yaşadığım için beni dini konularda konuşabilecek yetkinlikte görmüyorlardı. Yalnızlık ve depresyon yavaş yavaş geliyorum dedi ve tam bir senemi doğru düzgün derslere gitmeden sadece sınavlara girerek, kimliğimi ve nereye ait olduğumu sorgulayarak geçirdim. Bu inziva döneminde hem ders notlarım ve arkadaş ilişkilerim dibi gördü hem de dini olarak kendimi Müslümanlıktan neredeyse tamamen soyutladım. Artık ne dinî ne de dünyevi yönden başarılı değildim. Annemin yıllarca yatırım yaptığını düşündüğü iki kanadım da yok oluverdi. Zavallı olarak tasvir edilebileceğim noktada gerçek anlamda özgür hissettim kendimi. Yıllarca kim ne der, annem ne düşünür, babam kızar mı, öğretmenim ve arkadaşlarım dışlar mı diye düşünmekten iki kişilik arasına sıkıştığımı fark etmemiştim ve gerçekte nasıl bir hayat istediğim üzerine düşünmemiştim bile.
Düşündüm, okudum, yazdım. Nihayetinde kapanmaya ve yeniden Müslüman olmaya karar verdim. O şevkle bulunduğum cemaat evini de terk ettim. Hazırlık sınıfındaki arkadaşlarım tanımazlıktan geldiler, annem “Sen nasıl iş bulacaksın şimdi(!)” dedi, babam sessizce sevindi, hocalarımdan biri sınıfından attı, bense ilk defa kendim olabildiğimi hissettim.
Devam edecek…
Çok farklı şeyler gördük, yaşadık ya da burada okuduk ama bu hiç tanıdık olmayan bir hikaye. İlkokulda “deşifre” olmamakla başlayan… Lütfen devam edin ve umarım herşey daha net ve güzeldir sizin için :)
sevgili Mimoza, yalniz basina yasamak zorunda kaldigin celiskilerin, bölünmüslüklarin icin cok üzgünüm. birbiriyle gercek temasi onyillardir, hatta
belki yüzyildan fazladir tabulastirilmis derin kimlik bölünmemizin tam sinirinda iki tarafa da cekistirilip durmussun cocuk ve genc yasinda.. pek coklarimiz gibi.. sen, ben, bizler agir bedeller ödüyoruz ama, bence tabanda harika bi temas/difuzyon/hatta karsilikli kabullerde erozyon yasaniyor, sInIrin öteki tarafina gecme, kakmay etkilesme cesaretini gösterenler sayesinde… bekliyorum yazinin devamini heyecanla…
Ben de bekliyorum merakla. Çünkü hikaye pek tanıdık.