Konuk Yazar: Halime S. Çevik
Bugün öğretmenler günü. Herkes öğretmenler ve kutsallıkları üzerine pek çok nutuk atacak. Elbette ki öğretmenlik çok önemsenesi bir meslek. Lakin her öğretmen bunu layıkıyla yapamaz ya da yapmaz.
Ben ilkokul öğretmenimi hatırladıkça hayalimde hiç iyi şeyler canlanmaz. Kaldı ki ben de bir öğretmenim bunları hatırladıkça iki kere ürperiyorum ve titizleniyorum. Ya ben de çocuklara bu türden haksızlıklar yapıyorsam, yaparsam ve çocukların zihninde böyle kötü hatıralar bırakırsam diye… Her çocuk kendi ailesiyle işbirliği içinde onların çocuklarını yetiştirmek istediği biçimde, yadırganmadan eğitimine destek verilmeli. Eğitim dediğin böyle olur. Elbette ki her öğretmenin bir siyasi görüşü olabilir ama bunu küçücük yürekler üzerinde, onların yüreklerine vura çarpa “yükseltmeye” çalışmaz. Yoksa, iktidarlar gelir geçer. Eğitim eğer “insan” yetiştirmekse, iktidarlığın da, iktidarın da üstündedir. Bu hep böyledir ve böyle olacaktır, ne bugün ne yarın değişmez.
Çocukken hiç sevmedim ilkokul öğretmenimi ben, hem de hiç. Hep korktum ondan. Tüm diğer öğrenciler gibi davrandım yine de. Mesela yıl bitip karneler dağıtıldığında gelen hediye paketleriyle dolu poşetlerden birkaçını taşıyabilmek için diğer çocuklarla yarıştım, hatta bir keresinde de kazandım. Minibüs durağına kadar poşetlerin bir kısmını ben taşımıştım ama bunu rekabet hissiyle yapmıştım sadece. Mesela gözüne baktım öğretmenin hep diğer çocuklar gibi, Türkçe dersinde bana okutsun diye kitaptaki okuma parçalarını ama sevdiğimden değil… Diğer arkadaşlarım bana sınıfta haksızlık yaptıklarında benden yana çıkıp hakkımı vermesi için hep çalışkan oldum, sırf beni sevsin diye çalıştım derslerimi ama bir kere bile sevgiyle bakışını ve hakkımı savunusunu ya ben hatırlamam ya da böyle bir şey olmamıştır.
Ve en önemlisi, zaten benim çalışkan olmaktan başka çarem yoktu; tek çıkış yolum buydu. Eğer tembel bir öğrenci olsaydım, dindarlığını sakallarıyla ele veren bir babanın kızı olarak benim sınıfta hiç şansım yoktu. Çünkü ne annem sarı olmayan saçlarıyla okula gelip öğretmenin önünden arkasından dolaşıp hediyeler vererek benim tembelliğimi örtebilirdi, ne de ben dindar bir ailenin çocuğu olduğumu öğretmene unutturabilirdim. Babam artık okula hiç gelmese bile kapkara ve herkesinkinden boyu daha uzun olan önlüğümün altına bir kere bile bembeyaz çoraplar giyip okula gitmişliğim yoktu, hep pantolon üstüne giyerdim önlüğümü.
Yılbaşının ertesinde öğretmenin verdiği ”Yılbaşında ne yaptınız?” ödevim, uydurulmuş 3-5 cümleyi geçmezdi. Bu uydurulmuş 3-5 cümleyi yazmak bile çocuk yüreğime çok ağır gelirdi. En kısa ve en zor ödevlerden biri olurdu bu bana her yılbaşı. Okulda her yıla bir yalanla başlamış olurdum böylece. Biz yılbaşında her zamankinden daha erken yatarız, hem zaten evimizde TV de yok, sırf yılbaşı diye o gece meyve bile yemeyiz diyemezdim ki. Çok korkardım ve utanırdım. En çok da böyle yalan söyleyişimden utanırdım.
Ne kısa kollu bluz, ne diz üstünde etek giyiyordum 23 Nisan’larda. Düzeni hep bozuyordum. Ya “ortaklaşa” belirlenenden daha uzun giyiyordum, ya kısa kollu olarak belirlenmiş bluzlar yüzünden sınıfın 23 Nisan etkinliklerine katılamıyordum. Çalışkanlığım da beni kurtaramıyordu böyle zamanlarda.
Ne dindar bir ailenin kızı olduğunu annesinin çarşaflı olarak okula gelmesiyle anlayıp havalara uçtuğum Emine ile kurduğum arkadaşlıktan vazgeçebilirdim ne sınıfın çalışkan olmayan ezik diğer 1-2 çocuğuyla kurduğum arkadaşlıklardan.
Öğretmenin her gün sırayla sınıfa getirmemizi istediği, önce manşetlerini bize okutup sonra kendisinin okuduğu gazeteyi babamın her gün istisnasız okuduğu gazete olarak getiremesem de bilinirdi dindar bir ailenin çocuğu olduğum, hem de “zavallı” kız çocuğu… Zavallı çünkü ilkokuldan sonra eğitim hayatının biteceği düşünülürdü.
Oysa sınıfa alınıp okunan gazeteyi eve götüremezdim, değil eve, evin dış kapısından bile içeri sokamazdım çünkü babam o tür gazeteleri eve, kesekağıdı veya paket kağıdı olarak bile sokmazdı. O zamanlar poşete koymak yerine kesilmiş gazete kağıtlarına sarılırdı zeytin, peynir, helva, ekmek… Pazardan alınan domatesler biberler kese kağıtlarıyla gelirdi eve pazar çantaları içinde. Babam onları daha kapıdan girmeden buruşturup atardı çöpe .
Öğretmenin bana aferin çekip takdir ettiğini hatırladığım ikinci ve en son zaman, hayat bilgisi ders kitabındaydı sanırım. Atatürk ile ilgili bir okuma parçasını çok içten okuduğumu düşünmesiyle. Ama ben bu takdiri hiçbir zaman paylaşmamışımdır evdekilerle.
Zaman 12 Eylül sonrasıydı. Dindarlığımızın “affı”, “görmezden gelinmesi” için ne kadar küçük olsam da çalışmalı çok çalışmalıydım…
Sizinkilere benzer hatıralarım benim de var. Sakın imam hatip gitme sen zeki bir kızsin telkini veren bir öğretmenim vardi.Yasadigimiz küçük anadolu şehrinin imam hatip lisesi müdürü babam olduğu halde.ihtilal sonrası günlerde babanın gittiği toplantı var mı ne zaman nereye gider soruları sorardi. Evden getirmemizi istedigi gazetelerin dergilerin kendince şüpheli bulduğu yazılarını keserek alırdı. Sonraki günlerde evimize polisler gelip babamın kitapları arasında arama yaptığında bunu benim öğretmeninin şikayeti üzerine olduğunu düşünmüştüm. Çünkü imzasız bir ihbar mektubu gelmişti.
Aynen sizin gibi öğretmenim sever gibi görünür yaz tatili başlarken ayrılacağı diye üzülme gibi yapardım. Ama hiç arkadaşlarım gibi olamadığımı bilirdim.sanki alt sınıfa atmistim gibi hissedersiniz okulda. Ilk bitip imam hatip başladığımda kendimi çok iyi hissettim .ne öğretmenim ne de ilkokul arkadaşlarımı hiç özlemişim.
Sevgili yazar arkadaşım,
Çocuk yaşınızda bunları yaşadığınız, hissettiğiniz için çok üzgünüm. Ben de çocukken benzer duyguları yaşadım. 9 yaşında sokakta şortla oyun oynarken, dindar ve sakallı bir esnaf amca tarafından kolumdan çekilerek “git evine anan üstüne düzgün kıyafet giydirsin, burada böyle oynayamazsın” denilerek tartaklandım. Lisede eteğim kısa olduğu için tutucu bir öğretmen tarafından “sen Eteğini mi kıvırıyorsun, o… musun?” denilerek hakarete uğradım. Ben de çocukken hissettiğim baskı, dışlanma ve sevilmeme korkusuyla “evet, ailem oruç tutuyor, evet biz de kurban kesiyoruz” diye yalanlar söyledim.
Keşke insanların birbirlerinin inançlarına ve yaşam tarzlarına saygılı, anlayışlı, toleanslı olduğu bir dünya mümkün olsa…
95’lerde ortam daha yumuşak gibi olsa da yaşananlar hep aynı minvalde. Ben çabuk gaza gelen bi tipim, çocuklukta da öyleydim. Birgün okuldan gelince hemen ev sahibimiz hacı teyzelere gittim ve kendisine artık çarşafla gezmemesi gerektiğini, atatürkün onu bu çileden kurtarmak için kurtuluş savaşı’nı dahi kazandığını anlattım. ateşli bir atatürk askeriydim yani. sonra ben oje sürmek isteyince annem kötü kadınların oje sürdüğünü onun temiz bişey olmadığını dindar kadınların böyle süslenmediğini anlattı. ama öğretmenim upuzun tırnaklarına çingene pembesi, ateş kırmızısı ojeler sürüyordu. kafam çok karışıktı. öğretmenim de başörtülü çarşaflı kadınlara acıyarak aşağılayıcı laflar ediyordu. Samsun’da bir mahalle okulundaydık, çoğumuzun annesi öyle ya da böyle başörtülüydü. of cidden kafamı çok karıştırmışlardı. artık tarafımı seçmeliydim.
sonra büyüdük, geçti. bu kısa öykü de böylece bitti.
Siz babanızada çok kızmış sınız.eve kese kağıdı olarak bile farklı gazete sokmayan bir babanın kızı olmak çok zordur.sizi Okutan anneniz mi.onun verdiği destek mi .yada babanızın zamanın gidişatından etkilenenmesi mi.
Öğretmen ne olursa olsun size okumayı yazmayı öğretmiş. Üzerinizde hakkı var
Benim ilkokul hayatım nispeten rahat geçti çünkü özel okuldaydım. anadolu lisesine başladığımda başladı problemler. okulda açık olmama rağmen inkılap tarihi hocasının konu kıyafet inkılabına geldiğinde ders esnasında bana dönüp, bakın mesela arkadaşınız böyle ne güzel ama dışarı çıktığında ucube gibi giyiniyor demesi, evrimci biyoloji hocasıyla markette karşılaştığımızda babaanneme benzemişsin çıkar o başındakini demesi, tüyap’a düzenlenen geziye başörtülü katılmak için verdiğim insan üstü çaba ve karşılığında geziyi düzenleyen edebiyat hocalarının hakaretleri, aşağılamaları beni yol ortasında gezi otobüsünden indirtmeleri ve daha bir sürü şey. nedense ben eğitim hayatım boyunca hiç o tutucu “eteğini mi kıvırıyorsun sen?” diyen hocalara denk gelemedim. tam tersine okulda en çok eziyet gördüğüm hocalar dindar olduğunu bildiğim hocalardı. aman iltimas geçmeyelim bize ucu dokunmasın diye en kemalist seküler hocalardan daha çok eziyet ederlerdi.
ben de cok “sekuler” bir semtteki ilkokula gidiyordum, benim ailem de cok dindar bir aileydi, asla thk ye bagis vermez ve belli gazeteler alinirdi. ama ben siniftaki en caliskan ogrenci oldugum ve anne-babam da siniftaki yegane univ mezunu ebeveynlerden oldugu icin cok da ezilmezdim. ama ogretmenin thk ye bos makbuz verdigi icin nasil kizdigini hatirliyorum- bagis vermek zorunluydu o zaman.
ama aklimdan en cok cikmayan seylerden birisi de, 5. sinifin yaz tatilinde, basimda basortusu (anneme ozendigim icin) altimda etek ve tayt uclusuyle bisiklete binerken, o zaman babamin arkadasi olan ilahiyat mezunu amcanin beni durdurup “bak hem basortulusun, hem bisiklete biniyorsun, olmaz boyle” demesi. ondan sonra o yaz bir daha bisiklete binmedim. simdi olsa sanane derdim, sanane!