Konuk Yazar: Zeynep
Yazmalıyım dedim. Aklımdan geçen, içimi kemiren, kalbimi ağırlaştıran bu ‘mevzuyu’ yazmalıyım. Bir yerlerde sıkışmış kalmış benliğimi yazmalıyım, belki o zaman ben de daha iyi anlarım beni dedim.
Arafta kalmak… Ne denli iyi tanıtıyor beni ve benim gibileri, değil mi? Hikayelerimiz ne kadar farklıysa bir o kadar da aynıdır aslında. Kimileri mutaassıp mahallenin açık kızı, ben ise Hristiyan ülkenin kapalı kızıyım.
İki dil, din, kültür ve milletle yetişmiş olmanın verdiği bir olgunluk ve ağırlık var üstümde. Hayata bakış açıma kattığı genişlik ve hoşgörüden dolayı minnettar, içimde başlattığı bazı kimlik savaşları için bıkkınım. Ne önceki nesiller kadar Türk geleneklerine bağlı, ne de Alman çoğunluk kadar bunlardan kopuğum. Anlayacağınız ne birilerini memnun edecek kadar yeteri Türk, ne de diğerlerinin benimseyebileceği kadar Almanım. Ne istenildiği derecede muhafazakâr, ne de beklenildiği gibi liberal. Ben sadece benim.
Bir taraf bacağımdaki pantolonumdan rahatsızken, başkaları başımdaki örtümden muzdarip. Ben kadın olmadığı için arkadaşlık kurduğum insanlardan dolayı ayıplanırken, yeterince geç saatlerde yeterince içkili ortamlarda bulunmadığım için tuhaf bakışlara alışkınım. Yani ben ne tam birilerine, ne de tam diğerlerine aidim.
Sesimi duyurmak istiyorum aslında beni anlamayanlara, ama ya ‘feminist’ diye ‘suçlanıyorum’, ya da görmezden gelinip baskıya katlanan zavallı damgası yiyorum. Yani ben kendimi kimseye beğendiremiyorum. Ve ben artık kendimi birilerini beğendirmeye çalışmaktan vazgeçip, kendi kendimi kendime beğendirmeye çabalıyorum.
Ben, yaşadığım ülkeye rağmen dinine ve camisine bağlı, geleneklerini seven başörtülü bir genç kadın. Ben, içine doğduğu kültüre rağmen başkaldıran, sorgulayan, tartışan, kavga eden feminist ve aydın bir genç kadın. Ben içimde çelişki barındıramayacak kadar tam ve bütünüm. Ben sahte olamayacak kadar gerçeğim. Ben başkalarının benim için istediği hayatı yaşamayacak kadar benim. Bu benim hayatım.
Şu an üniversite öğrencisiyim. Okuduğum Judith Butler makalesi, çantamda taşıdığım benim seccadem. Okul bitince dünyayı yalnız başına seyehat etmeyi düşleyen ben, en büyük hayali kendini ve Yaratıcısını tanımak olan ben. Evet, ben varım. Ben buyum. Herşeye, herkese rağmen ayaktayım. Karşımdaki rüzgarlara karşı koyamayarak diz çöktüğüm de oluyor, itiraf ediyorum, ama yine de kalkıp yolumda ilerlemeye devam ediyorum.
Ben sadece ben olduğum için iki yönlü bir fırtınaya tutuldum, savruldum, düştüm, kanadım, güçlendim, ayaklandım, yürüyorum, koşuyorum yolumda… Evet, bu benim yolum. Ve inanın, ben dimdik ayaktayım.
Kocaman sarılmak istedim size. Yaşadıklarınızı çok iyi anlıyorum. Yabancı bir ülkede çocuk yetiştirmeye çalışan biri olarak yaşadığınız ikilemi bizzat gözlemliyorum. Allah gücünüze güç katsın, başınızı hep böyle dik gönlünüzü kendine yakın kılsın.
Halime
Almanya’ya gittiğimde çok hissetmiştim gençlerin arada kalmışlıklarını. Ama bu “arada kalmışlığı” soyut ve karamsar bir kavram olarak değil, kendine özgü ve zengin bir kavram olarak dönüştürmen inanılmaz güzel. Çok samimi bir yazı olmuş, ellerine sağlık.
Çok güzel bir yazı olmuş, ellerinize sağlık. Sanki her şey ya siyah ya beyaz olmalıymış gibi davranan ve gri alanlarımıza katlanamayan çok insan var. Kendimiz olmaya, durmak istediğimiz yerde yer açmaya dair çok güçlendirici bir yazı olmuş. Sevgiler
Ah… Ah… Öyle iyi anlıyorum ki sizi. Türkiye’de başörtüsüz dindar bir kadin olarak…