REÇEL

Doğduğum Ev Midir Kaderim?

İlk ilişkim değildi, belki -ben öyle desem de- son da olmayacak. Sevdim ayrıldım, sevdim aldandım, sevdim öfkelendim, sevdim kayboldum, sevdim günaha girdim, sevdim aldattım, sevdim evlendim, sevdim boşandım ve daha bir sürü sevdim’ler…

Konuk Yazar: Zeynep
Görsel: Oroubah Dieb

İki gündür bir dersimin dönem ödevi için Doğduğun Ev Kaderindir’i birinci bölümünden itibaren izliyorum. Dizinin bir bölümünün ortalama 2,5 saat sürmesi ve Türk televizyon mecrasına geçince gerçek bir yaşam hikâyesinin melodra-rabesk, didaktik bir temsiline dönüşmesi dışında bir sıkıntı yok. Türkiye’nin kadim meselesi olan gelenekle modernlik arasına sıkışmışlık (!) -burada müstezhi bir gülücük farz edin- dizide “Cumhuriyet kadını” ve “gündelikçi kadın” ayrımıyla iki anne kahramanın çatışması üzerinden yeniden hayat buluyor. Çatışmanın mekânıysa “besleme” olarak bir anneden bir diğerine verilen Zeynep’in bedeni. Ya da şöyle söyleyeyim iki ev arasında sıkışıp kalan Zeynep’in kendine ait bir ev arayışının “Senin evin benim” diyen Mehdi’yle geçici olarak vücut bulması. (İkinci sezonda bu “ev” artık Zeynep’in “kendi”liğini keşfetmesiyle Mehdi’de vücut bulmuş hâlinden sıyrılıp, Zeynep’in bedenine, yitik geçmişine, arzularına ait bir “ben” olacak). Burada diziyi uzun uzun anlatmayacağım, hem spoiler vermemek hem de dizideki eril şiddetin didaktik temsiline odaklanıp bir seyirci olarak izlerken karnıma inen yumrukları, boğazıma düğümlenen acıyı yeterince çözümleyememe korkusundan sadece Zeynep ve Mehdi’nin aşkının bedenimde yarattığı duygulara ve zihnimdeki tetiklenmelere değineceğim -buradan sonra gülücük yok-. 

***

Aşk nedir? İlk görüşte nasıl âşık olunur? O zıt kutuplar hep birbirini mi çeker? Bir kadın şiddete maruz kaldığında yapmaması gerekenleri nasıl bilir? Neden bazı kadınlar hep birilerine iyi gelmek ister? Gerçekten de anneyle olan çatışmamızı, babayla yarım kalan hesaplaşmalarımızı tamamlamak için mi bir adama istemsizce çekiliriz? İçine düştüğümüz ilişkilerde nedir bu “tanıdık” olan? Aşk bu “tanıdık”lıklarla hareket eden zihnin âşina olduğuna çekildiği bir duygulanım mıdır yalnızca? Bedensel çekim, ten uyumu, babaya benzerlik, anlaşabiliyor olmak geçmişten gelen “tanıdıkların” yarattığı bir yanılsama mıdır? Sevdiği erkeği öğrenilmiş karılık kocalık kodlarıyla deneyimleyen muhafazakâr özne için günah sevap sınırında zina denen aşk yapmak ne anlama gelir? Çok soru sordum farkındayım. Burada ilişki psikologlarından rol çalmaya niyetim yok. Kendi meseleme de bir cevap aramıyorum. Sadece yaşadığımı anlatılabilir kılarak özgürleşeceğime inanıyorum. (Zeynep gibi her bölüm sonu psikoloğuma başımdan geçenleri değerlendirir gibi yazmaya başladım, farkındayım. Diziden bahsetmeyeceğim daha fazla da dedim, ama hakikat sonrası anlatılar zamanındayız, anlatıcıya güvenilmez(!) -burada o baştaki gülücük yeniden peydâ olabilir-). Asıl konuya bir türlü gelememek de belki de yaşanan şiddetin boyutunu gösteriyor, kim bilebilir? -gülücük kayboldu-.

***

İlk ilişkim değildi, belki -ben öyle desem de- son da olmayacak. Sevdim ayrıldım, sevdim aldandım, sevdim öfkelendim, sevdim kayboldum, sevdim günaha girdim, sevdim aldattım, sevdim evlendim, sevdim boşandım ve daha bir sürü sevdim’ler… Üzerinden zaman geçince ya da tam da içindeyken arkasına sığındığımız birçok sevdim’lik hâlleri. Her biri “tanıdık”. Öyle veya böyle bir şekilde “tanıdık”. Her şeyi çocukluğa hapsedip oradaki yoksunluklar ve orada gördüğümüz sevgi hâllerine göre şekillenen aşk hayatımız gibi bir anlatının arkasına saklanmayacağım burada. Zaten bu yazıyı yazan ister istemez “yaptıklarım yüzünden başıma bunlar geldi” diyen bir dini bakışla hâlâ kendine sarıyor makarayı. Çok uğraştım aksi olsun diye, ama olmadı henüz. Bilişsel terapiler, EMDR’lar kanıma işlemiş “suçluluk” duygusunu söküp alamıyor. Terapi de bir sabır işi. Kolay değil bir sürü kutu içinde anıcıklar. Kaldır, kondur, işle, duyarsızlaştır, bilinçlen, doğru işle yoluna devam et. Hristiyanlıktaki günah çıkarma ritüellerine özeniyorum bazen. (Hoş bizde de adını zikretmeyeceğim bir tarikatta “tövbe alma” diye bir uygulama var. Anlatıyorsun, anlatıyorsun, tövbe ediyorsun ve sonra hooop hayata dönüş.). Böyle de olmadı. Bir çocuğum var. Ben intihar ettim. Ama ölmedim.

***

“Seni böyle hatırlamak istemiyorum” dedim ona. Aylar sonra bir telefonla aradığımda. “Seni o son hâlimiz gibi hatırlamak istemiyorum”, “İyi değilim ben, iyi olmak istiyorum”, “Seni affediyorum”. Gözümde tutamadığım yaşlar, kalbimdeki sancı ve ben konuşmaya çalışıyordum. “Seviyorum” diyordum, sevgi böyle bir şey miydi yoksa? Ben sevgi dedikçe psikoloğum kaygı duygusundan bahsediyordu. Hâlâ anlamış değilim bu duyguyu. Ben neye kaygılanıyordum? Boşandığım zamanlardı sanıyorum. Zaman geçsin diye bazen Kelimelik diye bir oyuna sarmıştım. İyi oynuyordum. Yenilince konuşmak istiyordu rakibim. Ne hikmetse genelde erkekti. Bense konuşmayı da oyuna çevirmiştim. Yaralarım vardı evliliğimden kalan. İktidarsız bir erkeğin iktidar oyunlarına uzun süre maruz kalmıştım. Chat odalarında da iktidarlarını konuşuyordu erkeklikler. Bense gülerek eğleniyordum. Bazen bir kadın oluyordum, bazen erkek. Yalnız bir ya da iki seferdi, biri konuşmayı çok ileri getirdi. Benim oyun zannederek yazdığım şeyler adamın erkekliğinde gerçek oldu. O an utandım. Karşımda erkekliğini sanal ortamlarda rahatlatmaya çalışan bir adamın kelimelerime yapışan menisi vardı. Uzun süre bir daha oyuna girmedim. Bunu da kimseye anlatmadım. Tâ ki gerçekten sevdiğim, bağlandığım biri ayağımı çakmakla yakana kadar. 

Geçmişimi sorguluyordu benim. Ona hiç de yabancı olmadığını düşündüğüm geçmişimi. Sevgilimdi, sevdiğimdi, abimdi, dostumdu, babamdı. Bir kere evlenmiş olsam da kocamdan daha kocaydı bana. Evlenmeyecektik. Zaman ne gösterir bilinmezdi ama ikimizin de evliliğe mesafesi vardı. Belki içten içe istiyorduk ama istemez gözüküyorduk. Göğsüne yattığımda ya da dizine, huzurumdu benim. Sol gözüme vurdu önce. Telefonumu kırdı. Sonra gözlüğümü. Sonra bilgisayarımı kullanılamaz hâle getirdi. Dizlerime vurduğu her darbede 80 sonrası hapishane edebiyatında bir sorgu sahnesindeydi zihnim, sorgulanıyordum. Her tereddütlü cevabımda baldır kemiğime geliyordu tekmeler. Kolumu morartıyordu. Göğsümü sıkıyordu. Bense bağırmıyordum. Direnmiyordum. İçeride çocuğum vardı. Ağlayamıyordum bile. Bu dayağı hak etmiş olabilecek daha fazla ne yapmış olabilirim diye zihnimi zorluyordum. O ayağımı yakıyordu. Bense zina etmektense elini sabaha kadar mumda yakan o mübarek zâtın kıssasını hatırlıyordum: “Cehennem bundan daha sıcak”. 

Kelimelik’e sıra geldiğinde kendimi yerde buldum. “Son duanı et” diyordu bana. İçeride oğlum vardı. Yerde bedenim. Ben kendime balkonun tavanından bakıyordum. Boğazımı sıkarken gözlerimi kapadım. Yüzüme gelen tükürükle uyandım. Ellerini boğazımdan çekmişti. “Çocuğuna dua et” diyordu. “Çocuğuna dua et”. Bense ona bakıyordum. Kafama aldığım darbelerle sorduğu sorulara cevaplar arıyordum. Bana önemsiz gelenler onun için önemliydi. Benim sevgilimdi, sevdiğimdi, abimdi, dostumdu, babamdı benim. Su toplayan ayağıma değil, onun kırılan kalbine üzülüyordum ben. Aynaya baktığımda omuzlarımdan bileklerime kadar uzanıyordu mor, sarı, yeşil bir dövme. “Sana olan saygımı yeniden kazanmak istiyorsan dediklerimi yapmalısın” dedi bana. “Ama zaman ne gösterir bilinmez”. “Tarkan’ın filminde bir mağma var. Oraya girer misin benimle?” “Girerim” dedim tüm kalbimle. Bedenim, mor, sarı, yeşil. Dudağım şiş, gözüm buğulu. Bir can simidiydi benim için uzattığı teklif. “Doktorayı bırakacaksın” dedi önce. “Herkes seni o…. biliyor. Sen insanlara mesafe koyamıyorsun”. “Yayıncılığı da bırakacaksın”. “Evinde ya da burada, kapanacaksın eve. Kitaplarını vereceksin. 40 gün çile çekeceksin. Hayvani gıda tüketmeyeceksin. Tüm paranı alacağım. Bunca sürede yaptığım her şeyin bedeli olarak. Az parayla geçineceksin, ihtiyacın olduğunda ben vereceğim” -aldı da bir kısmını-. “1 yıl dolduğunda, eğer iyi biri olursan yurtdışına gidip evleneceğiz. Kabul ediyor musun bunu?” “Ediyorum”. 

***

Çocuğumu uyuttum. O da bir köşede yatmıştı. Mutfağa girdim önce. Dolaptaki ilaçlara baktım. En çok İbucold vardı. 10-15 tanesini tek tek suyla birlikte içtim. Bir not yazdım. Sonra iki rekat namaz kıldım. Çocuğumun yanına uzandım. Birden uyandı. “Sen ne yapıyorsun?” dedi. “Benim düşeceğim durumu düşünebiliyor musun? Kadını dövdü, parasını aldı ve kadın intihar etti” “Gelmeyeceğim” dedim. “Bırak beni”. “Bir kez güven bana” dedi. Kaldırdı. Kusturdu beni. Sabaha kadar başımda bekledi. Birlikte olduk yeniden, birlikte uyuduk. Ağladım, ağladı, konuştuk, uyutmadı. Sonra morluklarıma krem sürdü. Evden çıkmıyordum ben pek. O da ziyarete geliyordu. Her şey bitti sanmıştım. Hayır, başlangıçtı. Sorgulamalar devam etti. Psikolojik ve fizyolojik şiddet de. Beni terk ettiğinde yakınlarıma anlatabilmiştim. Yaşadıklarım hiç de melodra-besk değildi. Şiddet döngüsü dediler. Destek al dediler. Destek verdiler. Sağ olsun herkes. Yalnız değildim ama eksiktim. 

Mehdi Zeynep’i kaçırırken karnıma karnıma iniyordu yumruklar. Zeynep kendini suçlarken de. Zeynep Mehdi’yi hapisten çıkarmaya çalışırken, ya da tam polisler onu tutukladığında başını kaportaya yatırdıklarında son kez Zeynep’e baktığında Mehdi’nin gözlerinden sevdiğim bana bakıyordu. Zeynep diyordu, “Ben ona iyi gelmedim, benim yüzümden böyle oldu. İçinden bunu ben çıkardım”. Mehdi’yi tüm mahalle seviyordu. Mehdi ustasıydı âlemin, mahallenin ağır abisiydi, düşenin dostu, kimsesizlerin yardımcısıydı. Ama Zeynep’e zulmetmişti. Doğduğun Ev Kaderindir’e geldik yine. Ben intihar etmiştim dedim ya hani. Ama ölmedim.

Konuk Yazar

7 yorum

Mesk için bir cevap yazın İptal Et

  • Şu an sana atilan her tekme, her yumruk benim bedenimde zonkluyor kardeşim. Kocamdı, 9 yıl geçirdik birlikte, iki çocuğumuz oldu. Sırdaşımdı, arkadaşımdı, hayatımı, evimi, parami emeğimi paylaştığımdı. Sonra ben aşık oldum birine ( o da hüsranmis o ayrı ve uzun bir hikaye) ve en yakınıma anlatır gibi ona anlatmak istedim, olmadı. Öğrenince bir ormana götürdü beni. Kafama vuruyordu, bacaklarıma, orada bıraksın beni istedim, orada soğuk toprağa yatıp ölmek istedim. Çok yorgundum, başıma asla gelmeyecek diye söz vermiştim kendime oysa, babam annemi döverken ben yumruklarımı sıkıp bunu yaşamayacağım diye söz vermiştim. Olmadı. Boşandım seneler geçti. Hâlâ benden helallik istese ben ondan istesem, birbirimize dost olduğumuz günleri hatirlayabilsem diyorum. Olmuyor.

    • Kocanız bir psikopatmış ama sizin yaptığınız da çok ilginç geldi bana. Benim babam dünya iyisiydi ama bırakın annemin böyle birşey söylemesini, evli kızı olarak ben söylesem bana bile neler yapardı bilmiyorum. Kocam da maraza sebep olacak kadar merhametlidir ama onun da böyle bir durumda en basit tepkisi anında boşanmak ve çocukları benden almak için elinden geleni yapmak olurdu. Kocam bana böyle bir itirafta bulunsa ben de onu hemen kapı dışarı ederim sanırım.

  • Bazen düşündüğümdür, son demlerde daha çok: Saçımızı okşayacaklar diye bunca zahmete deger mi “aşk” adına, “sevilecegim/sevilebilirim” adina. Lutfen cocuklariniz varsa sevgiyle yetiştirin, aksi durumda o çocuk bir gün böylesi “tamamlanma/ikmal olma” istegi altinda “kendisi haricinde dolduramayacagi bosluklar” için savruluyor/şiddet goruyor. Ama once kendinizi onarin/kendinizi boslugunu doldurun. Saçlarinizi siz okşayin. Réglez bu vahşete katlanmaya..

  • Aşk insanı açık yara gibi yapıyor. Bir başkasının insafına, iyiliğine ve zulmüne teslim… Tuz da dökebilir, sarıp sarmalayabilir de. Sevginin sizde olduğunu söylemek istiyorum sadece. Karşınızdakinin vasıflarında değil. Usul usul iyileşmenizi, yaralarınızı sarmanızı diliyorum. Çocuğunuza ve dostlarınıza sıkı tutunun lütfen.