Konuk Yazar: Rümeysa Mutlu
Çoğu zaman içine kapanık bir çocuk olduğum o yaşlarımı iyi hatırlarım. Kardeşim olduktan sonra bu hâl daha da artmıştı. Bilmem, belki de “Kıskanıyor kardeşini.” lafları yüzünden kıskançlık duymaya başlamıştım. Ailem de bütün ilgisini o tatlı ve küçük bebeğe gösteriyor gibi gelirdi bana. Hep bir köşede unutulmuş hissederdim.
İlkokula başladığım günü hatırlıyorum; kendim gitmiştim. Herkes annesine sarılıp ağlarken ben sessizdim. Zamanla benim için “O artık okula gidiyor, o artık büyüdü.” demeye başladılar. Bunun anlamını çabuk kavramıştım. Aileme göre artık her şeyi yapabilmem, her konuda eleştirilebilmem gerekiyordu. Çünkü ben ablaydım.
Ortaokula gitmeye başlayınca bir sosyal çevrem olduğunu fark ettim. Çok başarılı olmasam da ailemin bir şekilde bana aşılamış olduğu “Her şeyi yapar.” bilmişliği beni girişken kılıyordu. Bu yüzden okulda tanınır ve öğretmenlerimin çoğu tarafından sevilirdim. Bu benim için önemliydi. Gelgelelim ailem öğretmenlerimin kötü denilemeyecek, hatta iyi sayılabilecek yorumlarını alır “Veli toplantısında rezil olduk” demeyi tercih ederdi. Çünkü onlar başarısızlığa asla alışık değildi; başarı çıtaları da çok yüksekti. İki ablam vardı, ikisi de gece gündüz ders çalışırdı. Çok iyi yerlere gelip yurt dışında iş hayatına atıldılar.
Bir de abim vardı. Herkesçe hatırı sayılır bir mesleğe sahipti. Emrinde hizmetçileri, şoförü… Velhasıl bunca başarılı evlattan sonra bütün dikkat üzerimdeydi. Sürekli benden bir şey olmayacağı imalarına maruz kalırdım. Bunları duydukça sinirlenir, kendimi gösterme isteğiyle dolup taşardım. Mesela yüzümü boyayıp anneme gider ateşim var, derdim. Kendi kendime zarar verip dikkat çekmeye çalışırdım.
Böyle böyle sevgiyi de dışarıda aramaya başladım iyice. Buldum da. Evde bana yer olmadığını hissediyordum. Her gün eleştirilere, kötülemelere maruz kalıyordum. Yaptığım ‘hiçbir şey’ kabul görmüyordu. Fakat dışarıdaki hayat öyle miydi ya? Benim yerimde olmak isteyen bir sürü çocuk vardı. Dışarıdan ailemi görüp ne kadar “medeni” olduğu söylerlerdi. Hele babam ne kadar da yumuşaktı öyle… Gelin görün ki babam sadece dışarıya yumuşaktı.
Ortaokulda intihar etmeye çalışmıştım. Çocuktum işte! Dini eğitimime pek parlak diyemeyeceğim, zira sadece “Elâlem ne der?” kaygısıyla yönlenmişti. Sırf bu yüzden yazın camiye giderdim. Tabii üzerimde kısa kollu, bacağımda şort. Yalnızca millet benim de camide olduğumu görsün diye. Hâlbuki ailem çok dindardı. Mesela büyük ablamın belli bir yaştan sonra pantolon giymesi yasaktı. Gerçi üniversiteyi kazandıktan sonra güya ortama uyum sağlayabilsin diye giyimine kuşamına kimse karışmadı!
İntihar meselesine geri döneyim. Ben intihara kalkıştıktan sonra duydum ki okulda beni seven bir çocuk da bu işe kalkışmış. Tabii bütün okul ayağa kalkmıştı. Çocuğun danışman hocası babamı arar, sınıf öğretmenim anneme anlatır… Bu arada, ben bileğimi kesmiştim. Yani yöntemim buydu. Jileti de annemden istemiştim ve vermişti. Olay gecesi evde yoklardı. Kısa keseyim; pek de hatırlamak istediğim anlar değil zaten.
Bütün bunların sonucunda ailem beni okuldan alma noktasına geldi. Ama, Allah rahmet eylesin, müdürüm bana baba gibiydi. Okulumu iki yarışmada birinci getirmiş, televizyonlara çıkmıştım ama ailem beni televizyondan bile izlemeye tenezzül etmemişti. Şimdilerde küçük kardeşim sınıfında bir şey yapsa okuluna kadar gidilir, alkışlanır. Hakeza diğer kardeşlerim. Evde çok söz hakkım yoktu, belki o yüzden dışarıya karşı bu kadar açıktım. Bana hep “Senin karşında şu oturuyor, bu oturuyor, sana laf düşmez.” derlerdi. Hâlbuki o konu okuduğum bildiğim konudur. Ama nafile… Bana böyle davranırlardı ama abim şu şu okulları kazanmış biriydi, şunlarla oturup kalkmıştı. Bu ve bunun gibi pek çok şey yaşadığım yıllarda liseye hazırlandım. Sonunda kendimi bir düz lisede, hatta düz liseden de beter bir yerde buldum. Berbat bir ortam. Araştırılmadan kurban edilmiştim. Tabi liseyle ile birlikte gelen “örtünme” baskısı. Bir anda. Hiçbir şey söylenmeden. Anlatılmadan. Şiddetle. Allah’tan 10 saatim okulda geçiyordu. Eve gelip uyuyordum. Sabah erkenden çıkıp gidiyordum. Ama tabi o kadar kolay değil Ayşe Fatma Hayriye teyzenin görüşleri ve yorumlarından kurtulmak. Onlar en önemlisi. Her neyse. Bir tür baskı ile örtündüm. Yarım yamalak. Her günü tek tek sayarak. Lisedeki ortamım, arkadaşlıklarım, günahlarım. Hepsinin tek sorumlusu ben miydim? Eve benim için gelen psikolog ve babamın arkadaşı olduğunu bağıran tavırları. Ağlama seanslarım. Annemin “Ne var, ne oldu, bir sus!” halleri.
Eve artık daha geç gelmelerim. Ağlamaktan çok asiliğim. Odama girince boğazımdaki düğümü gözyaşlarımla atışım. Lisenin sonlarına doğru daha sık “Bundan bir şey olmaz.” laflarını duymaya başladım. Özel derslerime gitmiyordum. Para vermeyin, diyordum. Ders çalışmıyordum. Hocalarım da ümitli değildi benden. Uyumak istiyordum. Sadece uyumak. Ara ara sigara içer olmuştum. İlk sigaramı babam vermişti, “Ama başka içmek yok.” demişti. Bağımlı olmadım. Sadece arkadaşlarımlayken içiyordum. Bir de açık olduğum zamanlar. Çünkü örtüme saygım vardı. Tam olarak ne olduğunu bilmesem de… Bu arada birkaç yerden kısa film oyunculuğu, mankenlik gibi teklifler aldım. Bunu aile gündemine getirmeye bile gerek yoktu. Zaten yüz karasıydım. Bu onlara çok fazla gelirdi. Dört yılım daha böyle saçma sapan şeylerle geçmişti. Sonra üniversiteyi kazandım. Allah’ın yardımı ile bir şekilde girdiğim fakülteye daha bilinçli gitmek istiyordum. Tabi ailem inanamadı benim kazandığıma. Gerçi ben de inanamamıştım. Önce örtümü oturtmak istedim. Kısmen de olsa başardım. Ama yine de tam olmamıştı. Evden ayrılırken bir hüzün çökmüştü üzerime. Biliyordum ki giden kıymetliydi. Ya Allah bismillah deyip yola düştüm. Kardeşim, canım, çok ağladı. Öyle alışmıştık. Ailede en çok sevdiğim kişi oldu. Kimsenin onu incitmesine dayanamazdım.
Üniversitede makyaja başladım, sonra dar giyinmeye. Açılmayı düşündüm. Pek çok ortama girdim. Her türlü insanla tanıştım. Gülerdim, neşeliydim. Yaşadığım şehrin yerel bir dergisinde resim yapıp deneme yazmaya başladım. Bölümümle alakası yoktu ama yetenekliydim. Önceleri söylemedim aileme. Sonra öğrenmişler. Resme zaten soğuk yaklaştıkları için yazılarıma da bakmamışlardı. Hatırlıyorum da tatillerden birinde annem “Oku bakayım birisini” demişti. Çok heyecanlanmıştım. “Elâlem ne dersin?” isimli yazımı okumaya başlamıştım. Daha yarısına gelmemişken annemin telefonu çalmış, yazıyı yarım bırakıp kalkıp gitmişti. Daha sonra hatırlamamıştı bile.
Bir tesettür butiğinden teklif aldım bir ara. Bu sefer çalışmak istedim. Ama babam “Kendini göstermeye çok meraklısın galiba.” dedikten sonra isteğimi yuttum. Aklıma küçükken babamın şimdilerde taciz sayılacak hareketleri geliyordu. O zamanlar sevgi gösterisiydi gözümde. Ama ruhuma bu denli işleyeceğini ne bilirdim!
Beni sosyal çevrem kurtarıyordu. Komiserden, dönerciye pek çok tanıdığım vardı. Ama derslerim o kadar iç açıcı değildi. Ortalama bir öğrenciydim. Zaten hiçbir zaman bizim evin çıtasını aşamayacaktım. Büyüklerim en özel üniversitelerde burslu okumuşlardı; beri yandaysa ömrü boyunca okulla arası iyi olmamış ben vardım. Artık pes etmiştim. Beni takdir etmelerini de istemiyordum. Sonra birini tanıdım. Beni manevi olarak da ayağa kaldırdı. Artık daha düzgün örtünüyordum. Niçin örtünmem gerektiğini anlamıştım. Okulu bitirebilmek ve sevdiğim adamla evlenmek için daha çok çalışıyordum. Sonunda okulum bitmişti. Ailem mezuniyetime gelmemişti. Kardeşime de izin vermemişlerdi. Babam benden memnun değildi. Tekrar üniversiteye hazırlanmamı ve tıp okumamı istiyordu. Zaman zaman da “Sen yaparsın” diyordu. Tıp okumak istemedim, tekrar üniversiteye girmek istemedim. Babam benimle uzun zaman konuşmadı.
Sinir hastası olmuştum. Yanımda sadece sevdiğim adam vardı. Şimdi nişanlıyız. Ama ben evlilikten korkuyorum. Annem ve babam gibi her gün birbirini yiyen fakat eve bir yabancı girdiğinde cennet bahçesiymiş gibi davranan bir ailem, evim olsun istemiyorum. Babamın paraya ve rütbeye doyumsuzluğu, mükemmel olma çabam. Annemin hiçbir şeyden mutlu olmayışı… Daha pek çok şey. Kitaplarda, internette pek çok yazı okuyorum evlilikle ilgili. Severek evlenen insanların sonradan nasıl değiştiklerini okuyorum. Sonra bin bir eleştiriye rağmen o adamın yanımda dimdik durup bana göğüs gerişini anımsıyorum. Doktorun verdiği ilaçları o adamla nasıl bıraktığımı düşünüyorum. “Değişir mi ki” diyorum. Dua ediyorum. Mükemmel bir insan olmadığımı, elbette pek çok hatam ve yanlışım olduğunu kabul ederek evliliği bir kurtuluş olarak görmeli miyim gerçekten? “Senin kararın, bu durumda biz karışmayız” diyen bir ailenin evladı olarak kalmaya devam mı etmeliyim? Aslında şunu söylemek istiyorum: Çocuğunuz da benim gibi böyle sorunlar yaşamasın. Ne olur, ne olur bir kelime dahi söylerken dikkat edin. Ben yaşadığım bütün bu şeylerin sonucunda babam ne dese cevap veren ve bundan gocunmayan bir insana dönüştüm. Eskisine nazaran mutluyum. Ezilmiyorum. Kendimi ezdirmiyorum.
Baba hakkını biliyorum ama o da biraz evlat hakkı bilsin istiyorum. Ruh sağlığım bozuk şekilde evlenip kimsenin hayatını mahvetmek istemiyorum işte. Bilmem, çok mu alınganım çok mu duygusalım ama bir şeyi biliyorum: Ben de Allah’ın yarattığıyım. Bütün bunların üstesinden gelmek için ne yapsaydım?
[…] Yazının tamamı için Reçel Blog’a devam edin […]
Sana deger veren seni seven sana inan bir es tum yaralarina merhem olacaktir.biran once evlenmelisn..evliliginin cennet olmasi icin karsilikli sinirsiz merhamet ve saygi…allah sifa verisn ruhuna..
Merhaba, yazınızı okuyunca nerdeyseniz sizi bulup sımsıkı sarılmak ve herşey sizin için çook güzel olsun demek istedim. Kafanızı kurcalayan sorunun cevabı bende yok maalesef. Lakin ufak bi tavsiyede bulunabilirim izninizle, iyi bir insan, sıcak bir ilişki, şefkat ve merhamet nice yarayı iyileştirir. Sadece nişanlınıza tüm geçmişi değiştirme yükünü bilinçdışı da olsa yüklememeye gayret edin, o da bi kul, düşüp yanılabilir. Size en iyi gelecek şey ise eminim özşefkat olacaktır. O intihara kalkışan küçük kıza sizin sarılmanız, artık geçti, o zaman çocuktun ve bir yetişkin desteğine ihtiyacın vardı alamadın ama artık büyüdün buna ihtiyacın kalmadı demeniz en güzel şifa olacaktır sanırım. Zaman alacaktır ama zaman en büyük şifacıdır. Bir de terapi defteri blogunu okumanızı tavsiye ederim. Sevgiler
Rümeysa merhaba,
Yazını dikkatli okudum. Kaygını paylaşan insanlar tanımıştım.
Evlilik için ya da ilişki için tertemiz bir ön sayfa, harika ve mükemmel bir çocukluk, sağlıklı bir anne baba , mutlak bir güven ve olumlanmışlık hissi bekliyor olsaydık kimseye bunu tavsiye etmiyor olurduk diye düşünüyorum.
sen hikayeni biliyorsun, neyin neden olduğunu ve suçluyu da aslında; ve diyorsun da artık ezilen çocuk değilim babama cevaplarım hazır da diyorsun yanlış anlamıyorsam:).
Hayata dair karar alma noktasında kendi normalliğimi değerlendirdiğim her an şunu düşünüyorum: psikodinamikte lineer bir çizgide nevrotik-sınır-psikotik diye aşamlı bir skala vardır. Psikolojik sorunların bozulmuşlukların kaygıların skalası. Bu skalada iyi hal yoktur. En kötü-kötü- biraz kötü hal vardır:) herkes için bu skala düşünülünür. Yani bir insan en iyi ihtmalle nevrotiktir. Normal ve anormal sınırı belirsiz. Sağlık ve sağlıksız sınırı da öyle.
Sevgiline, eşine bir merhem ya da iyileştirici olarak bakmamanı öneriyorum. İyileşmeye ihtiyacın olabilir ama bunun sağlayıcısı o olmayacak, ona bu görevi yüklemediğin sürece de hiçbir şeyden korkmana gerek yok.
Tedirgin bir yaşamı yaşayamayız. Hepimiz biraz nevrotiğiz bu yalan değil. İnan bana.
Evlilik ya da daha doğrusu ilişki /birliktelik de doğalında bir süreç ise, doğmak gibi ölmek gibi annelik gibi, ergenlik gibi belki. O zaman bırak aksın.
Evlenmeden önce bile mükemmel olmayı beklemen de yine ailenin yarattığı bir tutum umarım fark ediyorsundur. Mükemmel olmayı beklersek hiçbir şey yapamadan ölürüz. Yaşa. Sana dualarla eşlik ediyor olacağım.
Rümeysa,
Ailen narsisistik kişişik bozukluğu olan kişilerden oluşmuş. Bu konuda özellikle ingilizce olarak çok kaynak var internette. Statü merakı, doyumsuzluk, empati eksikliği, mesela senin önünde seni kıracak şeyleri umursamadan konuşmaları, ve sana olan genel tutumları. Bu kişişik bozukluğu özellikle bizim toplumumuzda çok yaygın, toplumumuzun aile dinamikleri bu hastalığı körüklüyor. Bu yüzden bu insanlar günlük hayatta, dizilerde, normal insan olarak kabul görebiliyor ama, aslında bu insanlar çok sağlıksız.
Uçlarda düşünmeye yatkın bu kişiler, bazı çocuklarını altın-çocuk, bazılarını ise günah-keçisi olarak etiketliyorlar bir ömür boyu. Günah-keçisi olarak etiketlenmiş bir çocuk olarak, beni bu konuda en çok rahatlatan, okuduğum bir yazıda, günah-keçisi olarak etiketlenen çocukların aslında uzun vadede daha şanslı oldukları idi. Çünkü altın-çocuklar anne-babaları gibi birer narsist olarak yetişip, mutsuzluğa mahkum oluyorlar. Bak, sen onlar gibi değilsin, mükemmeliyetçi değilsin. Bu sağlıklı bir şey.
Ingilizce bir sitede narsist ebeveynlere maruz kalmış bir kadının yazdığı bir yazıda şöyle bir şey okumuştum: yazıyı yazan kişi hristiyan ve çok dindar; ailesi süreki onu dindeki anne-babaya itaat emri ile sıkıştırmaktadır. O da dini kaynakları araştırmış ve hristiyanlıktaki anne-babaya itaat konusunda eski kaynaklarda bir dip not olduğunu keşfetmiş: Çocuklar anne-babalarına itaat etsin, anne-babalar da çocuklarını sinirlendirmesin.
Her gün anne babasından dayak yinen bir çocuk onlardan uzaklaşmak istemesinde haklıdır. Bazı anne-babalar ise çocuklarını her gün psikolojik olarak dövüyorlar. Ben de senin üniversite yıllarındaki neşeli hallerin gibi, evden uzaklaşınca daha bir neşeli olmuştum.
Evlilik konusunda fikrimi belirteceğim, ama ciddiye almak zorunda değilsin… İlişkiler bitebilir ve bu çok çok acılı bir dönem olabilir. Ama bir senede onun da acısı geçiyor…. Hatta yıllar sonra ne iyi olmuş da bitmiş diyorsun… En mükemmel ilişki bile, aşırı hayat koşulları karşısında yıpranabilir. Kendi kendine maddi olarak ayakta durabilecek bir halde olman gerek. Bebeğin varken, 3-5 tane çocuğun varken bu zor, bu durumda kocana muhtaçsın. İlişkideki güç dengeleri bu muhtaciyete göre evrilir… Ama 1-2 çocuk yaparsan, onlar okul çağına geldikten sonra çalışabilirisin. Sen kocana muhtaçsan, ama o sana muhtaç değilse, bu dengesiz bir durum. İlişkideki dinamikler de ona göre dengesizleşir… Bence sen çok akıllısın, ve tıp filan okumaya gerek yok ekonomik açıdan bağımsız olmak için. Annem, babamın işleri battığında tekstilcilerden kıyafet alıp pazarlarda satmıştı birkaç yıl ve iyi para kazanmıştı. İnsan bir şeyi kafaya koyduktan sonra, gerçekleştirmenin yolu çok.