Konuk Yazar: Sümeyye Sevim
Yıl 1975. Dünyayı aydınlatan güneş gibi doğduğumu söylerdi annem evimize. Dört kardeşin en küçüğü, en neşelisi, ruhu da yüzü gibi aydınlık, mutlu bir çocuktum. Adımı Ümmügül koydular. Ama evde Nejla diye hitap ediliyordu.
Çok erken büyümüştüm. Daha onlu yaşlarımda alımlı bir genç kız edası vardı üzerimde. Yüzüm de çok güzeldi. Tıpkı annemin yüzü gibi. İki ablam, benden 10 ay büyük abim ve küçük kız kardeşimle güzel bir yuvanın şen çocuklarıydık.
İlk okuldan sonra hayatımın çok da uzun ol(a)mayacak bir bölümü yatılı okullarda geçti. 17 yaşıma geldiğimde, gerek mizacımın gerekse de yatılı okullarda bulunmamın etkisiyle olgun bir genç kız olmuştum.
Haftasonları eve geldiğimde öyle keyifli ve mutlu olurdum ki; annemin hâlâ daha, tüm haftanın durağanlığını ve sessizliğini yok eden neşemi ve evdeki hallerimi anlattığına eminim.
Ruhumdaki heyecan ve neşe, aynı hızla deveran eden bir hüzne de gebe idi daima. Umutsuzluktan değil belki ama, içimdeki umuttan beslenen buruk bir hüzün vardı yine de. Belki de bu yüzden şiire çok meraklıydım. Küçük yaşımdan itibaren artık yalnızca okumakla kalmıyordum, ruhumdaki sancılar dizeler olarak doğuyordu bir bakıyordum ki. Bir defterim vardı, gözümden sakındığım. Büyük hayallerimden biri, bir gün kendi şiiri kitabımı çıkartmış olmaktı.
18 yaşındaydım artık. Evlilik üzerine ne düşünmüş ne de hayal kurmuştum. Ama bir gün aniden bir evlilik meselesinin tam ortasında buldum kendimi. Ailem yaşımı ve henüz tamamlamadığım eğitimimi öne sürerek kabul etmiyor, ben de sanki bir başkasının hayatı üzerinde konuşuluyormuşçasına meseleye uzaktan ve hayretle bakıyordum. Talip olan ailenin ısrarları, eve gidip gelmeleri meseleyi istemsiz olarak ana gündemim haline getirdi. Her şey iyi güzel de beni ruhumdan tutup çeken şey neydi? Aşk mıydı yoksa kaderime götüren yolun ilk adım hevesi? Neydi?
Yıl 1992. Süleyman ile evlendik. Eşime öylesine aşığım ki. Hayal ettiğimden daha güzel bir evliliğe ve eşe sahip olduğumu düşünerek sık sık hamdediyorum. Her geçen gün birbirimize daha sıkı bir bağla bağlanıyor, mutlu bir hayatı paylaşıyorduk. Haftasonları ailelerimizin evlerine gidip ziyaret ediyorduk.
Günlerden Pazar. Kayınvalidemin Sultançiftliği’ndeki evinin bahçesindeyiz. Güzel bir gün. Akşam yemeği için gerekli tüm hazırlıkları yapmıştım, ama kayınvalide anlam veremediğim bir ısrarla karalahana yemeği de yapmamı istedi. Kendisi de neredeyse evdeki tüm çamaşır ve çarşafları yıkayıp asmış, civar komşuların bahçeyi görmesi imkansız hale gelmişti. Öncesinde planlanmış bir felaketin kurbanı olacağımı düşünemezdim. İmkan bulduğu her fırsatta bana Rize’de öldürülüp kavurma yapılan insandan, kavurmanın içinden insan tırnağı çıkınca cinayet olduğu anlaşılan olay gibi yürek dayanmayan olayları anlatan kadının, benim de sonumu hazırladığını asla tahmin bile edemezdim.
Yemeği bahçede yapacaktım. Önce yaprakları yıkayıp temizledim, sonra keyifle yemeği hazırlamaya başladım. Sırtım eve dönüktü. Kayınvalidem de bahçede başka şeylerle meşgul oluyordu. Derken soğuk bir suyun başımdan aşağıya, tüm sırtıma ve bedenime döküldüğünü hissettim. İlk iki saniye bunun kötü bir şaka olduğunu düşünerek gülümsedim ve sözle engel olmaya çalıştım. Sırtıma dökülen şeyin su olmadığını ve şaka amaçlı yapılmadığını, kayınvalidemin ucunu alevlendirdiği sopayla elbisemi tutuşturmasıyla bir alev topuna dönüştüğümde anladım.
Öylesine hızla alev alıyordum ki; omuzlarımdan yükselen alevleri söndürmeye çalışırken ellerim yanıyor, ipekli kumaştan olan elbisem yanan etime, kollarıma ve bacaklarıma yapışıyordu. Çığlıklar içinde yere attım kendimi. Çırpındıkça ateş sönmek şöyle kalsın daha da alevleniyordu. Bir saniye gibi süre eşimin kapıları kilitlenmiş evin bir penceresinde ağladığını gördüm. Bana kimse yardım edemezdi ve oracıkta, katilimin gözleri önünde yanarak can verecektim. Neyseki Süleyman evin kapısını kırıp telaşla ve ağlayarak alevleri söndürmeye çalıştı. Acılar içinde kıvranırken olduğu yerde beni seyreden katilim, geri kalan tineri de yanmış bedenime boca etti. Izdırabım bilincimi kaybettirecek kadardı.
Aynı günün akşamı. Gözlerimi açtığımda bir hastane odasındaydım. Yüzüm, ellerim, sırtım, göğüslerim kısacası bir yanardağ gibi her zerrem yanmıştı. Bedenimdeki şişliklerden ve acıdan kımıldayamıyordum. Odada annem, babam ve kardeşlerim ağlamaktan şişmiş gözleri ile bana sürekli iyi olacağımı söylüyorlardı. Pansuman için belli aralıklarla doktorlar geliyor, her defasında o acıyı yaşamaktansa ölmeyi temenni ediyordum. Odadaki herkes pansuman anlarında dışarı çıkıyor ama eminim benim o göğü yırtan çığlıklarımla kapının önünde en az benim yaşadığım ciğer acısını yaşıyorlardı. Damarlarım yanığın etkisiyle iyice daraldığı için kan vücudumda hareket edemiyordu. Ellerim kokmaya başladı ilkin. Sonra tüm vücudum. Yaşamak ne büyük ızdıraptı.
Ertesi gün eşim odaya geldi. Tüm hadiseyi gördüğünü söyledi ama yine de “Allah rızası için” annesinden şikayetçi olmamam için yalvardı. “Ona cezasını biz vereceğiz, onunla bir daha asla görüşmeyeceğiz” dedi. Ona öylesine aşıktım ki; Allah’ın katilime vereceği ebedi cezadan emin olduğum için, bu dünyada aşık olduğum adamın yalvarışlarını görmezden gelemezdim. Jandarma sorgu için geldiğinde bahçede kendi kendime yandığımı, kimsenin bu vaka ile bir ilgisi olmadığını söyledim ve davacı olmadım.
Tüm ailem şaşkınlık ve kızgınlıkla yüzüme bakıyor, bir yandan annem “kızım gerçeği anlat, sana bunu yapanlar cezalarını çeksinler” diye ağlayarak yalvarıyordu. Hayır! Asla! Davacı olmayacağım. Süleyman ve ben onun cezasını iyileşince vereceğiz diyordum kocamın katilimin ortağı olduğunu unutarak. Çektiğim tüm acılara rağmen yine de iyileşip hastaneden çıkacağım ihtimali ölümden daha ağır basıyordu. Öncesinde kayınvalidemin evinde kaybettiğim ama sonrasında asla bulunamayan saatimin ve yüzüğümün aynısından satın alıp bana getirmesi nasıl da mutlu etmişti beni(!)
Günler geçiyor ama, yaşadığım her saniye bedenimde hissettiğim acı geçmiyordu. Öylesine bunalıyordum ki hastane odasında, bir gün annemden beni koridorda gezdirmesini istedim. Haftalardır hiç aynaya bakmamıştım. O gün tekerlekli sandalye ile koridorda ağır ağır ilerlerken yansıma şeklinde de olsa tamamı yanmış yüzümü gördüm. Ağlayarak anneme “anne” dedim, “ben de senin kadar güzeldim eskiden, öyle değil mi?” dedim. Gözyaşları içinde odaya geri döndük.
Günler geçmeye devam ediyordu. Hastaneye gelişimin 37. günü. Tam 37 gündür yaşadığım sanılıyor ama ben her saniye büyük bir azapla ölüp tekrar diriliyordum. Yanık her geçen gün içime çekiyor, ciğerlerimin bile yandığını, yanık oranının % 70 olduğunu öğreniyordum. Hayata tutunduğum dallar birer birer kırılıyordu içimde. Yaşamım boyunca içimde neşe ile büyüttüğüm umut, ciğerimi yakan ateşle beraber her gün yanarak yok oluyordu
37. gün. Büyük ablam yatağımın hemen yanında oturuyordu. “Benim için bir Yasin Suresi okur musun abla” dedim. Kur’anı’nı aldı ve okumaya başladı. İkinci sayfanın ortalarına henüz gelmişti ki ben acılar içinde direndiğim ve tutunduğum hayatın son dalını o an bıraktım. Öylesine yorgundum ki. Artık acıya takat gösterecek kuvvet yoktu bedenimde ve gerçek istirahat yurduna gitme vaktim gelmişti. Kıvranan ruhum ve bedenim artık teslim olmuştu.
Benden sonra kopan tufan neydi, nasıldı bilemem elbet. Ama ardımda gözünün yaşı hiç dinmeyen annemi ve babamı; en büyük destekçilerim olarak hayatım boyunca yanımdan hiç ayrılmayan kardeşlerimi ve sevdiğim dostlarımı hüzün içinde bıraktığımı biliyorum.
Ben Nejla. Henüz 19 yaşında ve hayatın daha en başındayken umudu, hayalleri ve hayatı tiner dökülerek yakılan, kocası ve kayınvalidesi tarafından sebepsizce katledilen bir kadınım. Yaşarken davacı olmadığım ve görgü tanığı olmadığı (!) için, ölümümden sonra ailem; bir de kaybedilmiş bir davanın acısıyla yoğruldular. Katilim ceza almadı, aranızda geziyor, ve ben suistimal edilmiş bir aşkın kurbanı bir kadın olarak adalet bekliyorum!
Nasıl yaa?!
Biliyorum onca ortaya dökülenden sonra şaşırmamak gerekiyor ama hala şaşkınlık içerisindeyim. Nasıl?
Bu sefer çok fena ağlattın reçel. Çok fena. Allah tüm ailenin yardımcısı olsun.
okurken aynı anda yaşadım sanki :( O kadar üzücü ki, o kadar yıkıcı ki, Allah bunu yapan insanın buna göz yuman ve de eşinin şikayetini geri aldıran kocayı bu dünyada da öbür dünyada hesabını sorsun. “Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır” ayeti üzerine hesabı hepsinden sorulsun. Bu dünyada adalete zerre kadar inancım kalmadı zaten de yoktu
Allah zalimlerin peşini bırakmaz.
Rahmetli kardeşimizin başı sağ olsun…
Bu kaderci yaklaşım değil miydi tam ta bu felaketin nedeni?
Artık bu, feda, adama, kadere teslimiyet, büyüğe saygı, kocaya sevgi vb sudan bahanelere sığınma lüksü yok kimsenin.
Allah’ın birilerinin cezasını vermesini beklemek nasıl bir beyin uyuşması halidir?
O zaman neden hukuk var?
Dünyanın yaşı 4,5 milyar yıl, insanlığın yaşı 200 bin yıl. Bu kadar bin yıldır suç da erdem de atalarımız ve analarımız tarafından bina edildi. İnsan olma ahlakını yaşatmak ve insanlık dışılık ayıbıyla yüzleşmek bizim görevimiz, aklımızla gücümüzle.
Bugün iyice tersyüz edilmiş inanç yollarının da özeleştiri verme zamanı.
Kadına, insana, devamlı, nihai bir adalet gününe inanmasını söyleyip duran, kendi içindeki potansiyel güce inanmasına asla izin vermeyen bu sistemlerin de sorumluluklarını üstlenmesi gerek.
lütfen bu hikayeyi böyle muğlak bırakmayın! bir şeyler yapalım Nejla’nın hesabını soralım!
Ahh! Bu yaşanmışlık için Nejla’ya bir kez daha Allah’ın rahmetini, yaşatana Allah’ın adaletini, hala içinde o acıyı yaşayanlara Allah’ın kudret elindeki sabrını diliyorum. Sümeyye’m yüreğin daha büyük acılar yaşamasın.
Kaynana neden böyle bir şey yapmış? Merhumun eşi neden olaya sessiz kalmış? Bunları merak ettim, sayın yazar açıklayabilir mi?
Off..nasil?niye? Niye? Ne diyecegimi bilemiyorum, donakaldim!
Böyle bir şeyi haketmiş ne yapmış olabilir¿ gerçekten bu soruyu sorarken nasıl bir cevap bekliyorsunuz!.. hastalıklı bir ruh işte fitili ateşleyen ve işini öyle garantiye almış ki kısas ya da intikamdan payını alamıyacak.. .
Kendince kurduğu bu yıkıma kendi gibi bir hastalıklı nedeni vardır ve ben bunun merak edilmesini ve “böyle bir ölümü ne yaptıda hak etti¿” sorusunu anlayamıyorum.. .
Kayınvalidenin böyle bir şey yapmasının tek sebebi kıskançlık. Teyzem ile eşinin oldukça iyi bir ilişkisi vardı. Onların mutluluğu ve teyzemin güzel bir yaşantısının olması onu katil etmeye yeterli geldi.
Vefatından sonra dava açıldı ama “görgü şahidi olmadığı için ” bir anlam ifade etmedi. Davaya bakan Kadıköy Adliyesindeki iki hakimin ise malum kişilerin İkizdere den ahbabı olması da; bir şahsın kendi sırtına tiner döküp ateşe vermesinin saçmalığının ardını kovalatmadı. Trajedinin ardı arkası yok anlayacağınız.
tüylerim diken diken oldu, inanmakta hala zorluk çekiyorum, ama okuduğumdan beri burnumda insan etinin o feci yanık kokusu var midem inanılmaz bulanıyor… Kadının zayıflığından bahsediyoruz ama bunu yapan da bir kadın! Ve bu vahşinin hala nefes alıyor olması kabul edilebilir bir şey değil. bela okumayın derler büyüklerimiz ama hiç kimse kusura bakmasın, bu vahşinin ve oğlunun Allah kat be kat belasını versin! Gözlerimdeki yaşları tutamıyorum, biz evladımızın eline diken batsa kahrolurken nasıl sabredebildi o anne-baba… adını sanını bilsem bir temiz sopa çekmek, derisini yüzmek istiyorum o vahşinin… işte bu yüzden aynı evde asla yaşamamalı gelin-kaynana… işte bu yüzden her anne-baba çocuk doğurmamalı katil ya da katil yandaşı olmaya razı bir evlat dünyaya getirmemeli, anne-baba olmak için ruhsat verilmeli…