Yazar: Feyza
Yakın zamanda doktora tezimi yazmayı bitirdim. Ya da bir yerde noktayı koydum diyelim. Bitirdiğimden beri Reçel’e uzatmalı öğrenciliğim hakkında birşeyler yazmak istiyordum. Kısmet bugüneymiş, ya da beni yazmaya sürükleyecek bir acı haberi, bir hocamın vefatını bekliyormuşum.
Ferhunde Özbay, nurlar içinde yatsın, Sosyoloji bölümüne ilk girdiğimde araştırma dersi veriyordu. Milli Eğitim’in özenle tıkadığı merak ve soru sorma kanallarımızı sabırla açmaya çalışan hocalarımızdandı. O zamandan itibaren ders aldığım birçok hocamdan ilhamla, sosyal bilimci/araştırmacı olmak nedir diye sorsalar “Soru sormayı bilmektir” diyebilirim.
Bütün bunları öğrenirken, bilhassa Sosyoloji bölümünün kadınları bana bir şey daha yaptılar. Soruları kendi hayatımdan ve kendi hayatıma doğru sormayı öğrettiler. Kendi çevremle, ailemle, mahallemle kurduğum ilişkilere başka bir gözle bakmayı, incelikle örülmüş araştırmalarının içeriklerini ve yöntemlerini öğrenirken öğrendim. Tıpkı gündelik hayatımızdan kazandığımız bir kadınlık bilgisi olduğu gibi, bu kadınlardan bir kadın araştırmacı olma bilgisi edindim. Feminizm de hayatıma böyle girdi: bir itirazın ötesinde, bir anlama çabası, kadınların hayatlarını, farklı mücadelelerini, erkeklerle kadınların birbirlerine göre konumlanışlarını, hayatı, bedenleri, hikâyeleri ve mekânı örmelerine dair soru sorma becerisi olarak.
Böylece merakımın peşinden koşa koşa bugünlere geldim. Tabii şunu söylemek lazım ki, kadınların hayatlarının aşkını bulmak ve çocuk sahibi olmak, düzenli ve sürekli bir ev hayatı tutturmak, bu hayatın düzenini sarsmayacak işlerle ve belki yeterince imtiyazlıysa sanatla meşgul olmak dışında bir tutkusu ve hayali olması çok da kabul görmez. Akademik çalışma benim çevremde de zaman zaman böyle imkânsız bir tutku olarak görüldü. Çok sık olmasa da, belirli dönemeçlerde, genelde kadınlardan duyduğum “Çok da kendini işe güce kaptırma, hayat geçici” ya da “Dünyalık hırs o kadar iyi değil” gibi alttan alta gelen uyarı ve tavsiyeler, peşine düştüğüm işin kadınlar açısından pek de makbul olmadığının kibarca ifadesi değilse nedir? Bu sinsi muhalefete rağmen sebat ettiysem, akademinin kadınlarının, hocalıklarının yanında verdikleri ilham ve dostlukları sayesindedir.
Diğer yandan, bahsettiğim o sinsi muhalefetin işaret ettiği acı bir gerçek var: Akademi giderek dünyalık bir hırsa dönüşüyor. Yaklaşık 15 yıllık sosyal bilim eğitiminin ve başlı başına iki akademik araştırmanın sonunda, Türkiye’nin akademilerinde, kendi hayatımıza doğru, kendi hayatlarımızdan çıkan soruları cesaretle sormamızdan hoşlanılmadığını daha net bir şekilde görüyorum. Akademisyenlerden geniş zamanlı, hamasi ve güncel siyasete “başarıyla” eklemlenen cümleler beklenirken, Ferhunde Özbay gibi araştırmacıların yaptığı tarzda bir sosyolojinin ruhuna Fatiha mı okuyacağız? Araştırma sorularıyla, yöntemle, verilerle ve bunlara uğraşmanın bilgisiyle değil, devletin ve piyasanın akademiye ihale ettiği sorularla mı uğraşacağız?
Bu şartlar altında zaman zaman da kendime soruyorum: Akademik çalışma gerçekten sırf merak için, gece uykularını kaçıran sorular için, bu soruları sormanın politik imkânları için, akademiyle gündelik hayat arasında, gündelik hayatla siyaset yapma arasında köprüler kurabilmek için yapılır mı? Buna değer mi/değdi mi? Bundan sonra bu mücadeleyi vermeye değecek mi? Üstelik ucunda gerçekten dünyalık bir ödül beklemezken? Öyle ya, üç yıl öncesine dek “teknik” nedenlerle üniversitelerde iş bulacağına dair hiçbir beklentisi olmayan bir doktora öğrencisiydim ben. Şimdiyse herkese açılmış gibi gözüken akademiden yana yine pek umudum yok. Gittikçe piyasalaşan bir akademide benim sorularımın ederi/değeri nedir, gerçekten bilmiyorum, böyle bir hesaba girmek bile canımı sıkıyor.
Ama yine de akademinin kadınlarının içime koydukları o iflah olmaz merak ve araştırma heyecanından memnunum. Yani tüm umutsuzluğa rağmen evet, bu çabaya değdi ve değecek. Doktora bittiyse de bildiğim ve yaşadığım haliyle öğrenciliğimi bitirmeye niyetim olmadığı gibi, akademinin kadınlarının açtığı yolun kapanmasına izin vermeye de gönlüm razı değil.
[…] Yazının tamamı için Reçel Blog’a devam edin […]
Sosyolojinin Psikoloji ve tüm diğer sosyal araştırma alanları gibi küçümsenen alanlardan biri olduğunu üzülerek tekrarlıyorum. Oysa tüm dünyada yapılanın bir tık üstünde bizim ülkemizde yapılan toplum mühendisliği. Kadınların kadın sorunlarını holiganlaşmadan tartışması -dikkatinizi celbederim tartışmak fikir alışverişi, düşünce paylaşımı gibi anlamlarda da kullanılır sadece kavga etmek değildir- gazetelerin orta sayfalarında okudukları istatistiklerden fazlası olmalı. Sizin de belirttiğiniz gibi kendilerinden yola çıkıp kendilerine soru sormaları, sorgulamaları gerekiyor. İşte tam da bunun için sosyolojinin akademik alanda sıkışması değil olması gerektiği gibi toplumla kaynaşması gerekiyor. üç kadın artık bir araya geldiğinde sorunların aynı ve farklılıkları üzerinden çıkarım yapıp paylaşımları doğrultusunda alınacak tavır konusunda birbirlerine destek çıkabilmeli. Eğer sorduğumuz sorulara değsin istiyorsak günleri pasta tarifinden, marka, moda yarışının kıyısından çekip başka bir şeye dönüştürmek lazım. Entelektüel karmaşalara dalmadan da sosyalleşmeden fayda sağlamanın yolu bulunabilir inşallah.
İçime attığım ne varsa yazınızda. Konuşan benmişim gibi konuşur gibi yalnız olmadığımı hissetmek iyi geldi :)