Konuk yazar: Tuğba Cevheroğlu
Sahih hadislerden yoksun, seküler bir dine mensup inanışın hüküm sürdüğü bir coğrafyada kadın olmak! Bu ideolojik inanış üzerine ve birtakım içselleştirilmiş normlar ile sömürülen koskoca hayatlar… İşte Afgan kadınlarının yaşam koşulları kısacası böyledir.
……..
Köy düğününe, okul arkadaşımın düğününe davetliydim. Ama malum yaşadığım bölgenin örfi hukukuna göre bir kadın olarak o düğüne gitmem için erkek bir bireyin bana eşlik etmesi icap ederdi ve kavalyem de abimdi. Düğün köyde olduğu ve köy de mesafe olarak bize uzak olduğu için abimle erkenden yola çıkıp öğle vakti köye varabilmiştik. Düğün akşam olacağı için arkadaşımın kuzeni ile kısa bir köy gezintisine çıkmıştık. Köylere dair ne varsa burada mevcuttu ve hayli güzel bir köydü. Köyden betimlemeler yapmak isterdim ama bu konumuzu uzatır da uzatır. Gezimize devam ederken bir kadın odağıma girmişti. Kadına dair muazzam bir meraka kapıldım ve akabinde sanki ayaklarım, duygularım, aklım beni bu kadına götürmeye çalışıyordu ama kadına dair en ufak bir bilgim alakam yoktu, olanlar tamamıyla gayri ihtiyari gelişmekteydi. Kadının evhamlı yürüyüşü, yüzünü hayattan gizlemeye çalışması, yaşamış olduğu ruhsal gerilimlerin tüm bedeninde filizlenmesi… Velhasıl her şeyiyle beni kendine bir şekilde çekmişti. Zeynep’e (arkadaşımın kuzeni) kadının kim olduğunu, sanki kendi köylerinden olmadığı izlenimi verdiğini söylediğimde aldığım cevap şuydu:
Evet aynen öyle, bizim köyden değil. Bu kadın ailesiyle birlikte Afganistan’dan göç etmişler yani bir nevi bizim köye sığınmışlar. Ama pek kimseyle muhabbetleri yoktur.
Afgan kadını! İşte o zaman anladım kadının neden bu denli zihinsel bir halvete girdiğini. Düğünü, köyü her şeyi bir kenara bırakıp bir an önce kadınla yakınlaşmak, onunla konuşmak istedim. Zeynep’e kadının dilimizi bilip bilmediğini sorup, bildiği yanıtını alınca kendimi kadının yanında buluvermiştim.
Dostça yaklaşmaya çalıştım, çünkü ruhlarının derinliklerine işlenen o korkularını ne kadar gizleseler de, kurduğu tüm iletişimlerin hep bir korku çemberinde geliştiğini iliklerime kadar hissetmiştim. Adımı söyledim ve kendisine de adını sorduğumda çekingen ve utangaç bir edayla “Hüsna” dedi. Güzel demekmiş manası, güzel olmanın bile yasak olduğu bir ülkede adının Hüsna olması ne kadar da manidar öyle değil mi?
Neyse, kendimden bahsetmeye başladım ve köylerine arkadaşımın düğünü için geldiğimi, halen okumakta olduğumu, öğrenci olduğumu ve kadınlar üzerine çeşitli yazılar yazdığımdan bahsettim. Genellikle başka ülkelerde kadınlara nasıl davranıldığı konusunda derin merakımın olduğunu ve özellikle Müslüman ülkeler konusundaki merakımı da belirttim.
Aslında çoğumuz, Afganistan’da kadınların, çoraklaşmış zihinlerin türlü kısıtlamalarına tabi tutulduklarını az çok biliriz. Lakin, ben işin iç yüzünü Murathan Mungan’ın Çador’unu okuyana dek bu denli bilmiyordum. Çador’u okurken aldığım notlar sayfalarca birikmişti. Hüsna’yla karşılaştığımda kitabı hatırladığım aşikârdı. Kendisine, okuduklarım vasıtasıyla Afganistan’da kadın olmanın zorluklarıyla ilgili bildiklerimi dile getirdim.
Samimiyetime güvenmiş olsa gerek, ilk dakikalar alamadığım sıcaklığı almaya başlamıştım. Sonrasında vaktimin olup olmadığını sorup evine, bir çayını içmeye davet etti beni. Asıl maksadım da buydu aslında, oturup kendisi hakkında etraflıca sohbet etmekti. Zeynep ise yaşananlar karşısında şaşkınlığını dizginleyemiyordu. Malum, daha önce belirtmiştim, Hüsna ve ailesi köy halkıyla biraz mesafeliymiş. İşte buradan itibaren Hüsna’dan dinlediklerimi metne döküp insanlığın vicdanına aksettirmek istiyorum, belki buyur eden olur kim bilir…
Hüsna’nın dilinden dökülen yaşanmışlıklar
Şimdi anlatacaklarım sana hikâye gibi gelebilir ama tüm bu anlatacaklarımı bizzat yaşadık, kimimiz ise halen yaşamaktadır. Bu yaşanılanların müsebbibi ise yönetim ve yönetim şekliydi. Çünkü ülkemizde, yönetimde birtakım kuralların [neler olduğu belirtilmedi] esas alınması hasebiyle kadınları ötekileştirme, ikinci sınıf muamelesinde bulunma eğilimleri gittikçe artmaktaydı. Kadınların erkeksiz dışarı çıkamaması, burkaya zorlanması, diri diri toprağa gömülmesi, yüzünü göstermesinin; okula gitmesinin; çalışmasının; gülmesinin; makyaj yapmasının kati surette yasak olduğu kara mizahlı bir ülkeydi. Zamanla şiddet yanlısı güçlerin çeşitlenmesiyle kadınlar daha fazla işkence, zulüm ve tacize; hor görülmeye; tek görevleri erkeğine hizmet etmesiymiş gibi dayatmalara maruz kalıyorlardı. Kadınları bu denli zorbalığa ve özgürlüğünü kısıtlayıcı boyutlara taşıyan rejim ve bunu seküler bir dinle homojenleştirip insanlara sunan bir ideoloji hüküm sürmekteydi. Ama Meena gelince birçok şey yavaş yavaş ortadan kalkmaya başlamıştı.
Ben “Meena da kim?’ diye bir anda konuya müdahil oldum. “Meena sadece tek bir kadın ama kadınların özgürlüğünün sembolü, kadınların sessizliğiyle boğuşan sesi oldu.” dedi. Ve akabinde Meena’dan ve ardından gelen kadın direnişlerinden bahsetti (Örneğin; RAWA). Belki de Afgan kadınlarının mücadeleci ruhu çoğunuzca meçhuldür, ama Meena’dan sonra Afgan kadınları şiddet yanlısı toplulukların zihinsel ittifakının kıskacında mücadele etmeye devam etmektedir. Belki biz ve bizim gibi birçok aile ülkesinden kaçmayı son çare olarak görmüştür. Ama kaçmak da en az kalmak kadar zor geliyordu, çünkü doğup büyüdüğün yeri bırakıp gelmek göründüğü gibi kolay değildir. Mücadele ise devam etmekte…
….
Buradan itibaren kelimeler boğazında düğümlenerek dökülüveriyordu. Çünkü yaşanmışlıkların verdiği tarifsiz acı karşısında kelimeler ağır gelmeye başlamış ve bedeni kendisini taşıyamaz hale gelmişti.
Teknolojik çağda, internet çağında da, despotluktan nemalanan yönetimlerde sanırım en büyük hasarı da kadınlar ve çocuklar alıyor. Ama çağın en önemli getirisi de, sesini duyuracak mecraların çokluğudur. Kadınlar artık seslerini farklı şekillerde duyurabilmektedir ve bunu dillendirebilmektedir. Hüsna’dan Meena’yı öğrendikten sonra onun hakkında biraz araştırma yaptım ve direnişçi kadın Meena hakkında okuduğum metinler arasında denk geldiğim çok güzel ve özel bir cümleyi aynen aktarmak istiyorum:
Bugün Afganistan’da kırklı yaşlarda olan her kadın Meena’nın onun bir yarasını sardığı, bir şekilde temas ettiği anılarını çok net bir şekilde hatırlıyor. Meena hareketini, sokakta birebir kadınların hayatlarına dokunarak büyütmüştür.
Hiçbir yönetim kendi çıkar ve siyasi amelleri uğruna kadınları sömürmeye, özgürlüklerini kısıtlamaya, onları hor görme hakkına sahip değildir, olmamalıdır. En büyük temennimiz eşitliğin adaletin olduğu bir dünya yaratmaktır. İnsanlık adına amin.. İşte buradan itibaren de ülkemizdeki bazı benzer siyasi amellere değinmek istiyorum: İstanbul Sözleşmesi’nden çekilinsin önerisi. “Çekilmeli” fikrini muhafazakar kesime mal etmek isteyenler ve yasalaştırılmasını savunanlara din düşmanı imajını vermeye çalışanlar var. Bu sözleşmeye, birtakım kavramlara takılmadan, kadınların hak ve hukukunu göz önünde bulundurarak bakılmalıdır. Belki de İstanbul sözleşmesi bir nevi Afganistan’daki Meena’dır kim bilir…
Ve yazımı Murathan Mungan’ın Çador’unda burka giymeye zorlanan kadınlar için söylediği bir cümleyle son vermek isterim:
İmgesini yitirmiş ve yüzleri gölgelenmiş kadınlar…
Tüm dirayetli kadınlara vesselam…
Görsel: Parth Upadhye
Yazara tavsiyem yazarak para kazanacağı bir mesleğe heves etmemesi.
Yazıda önemli bir mesele anlatılmak isteniyor şüphesiz ama tüm bildiği kavramları tek bir yazıda kullanmak isteyip okunamaz hale getirmiş yazdıklarını.
Çok önemli bir şey anlatacak gibi yapıp hiç bir şey anlatmamış
Sanırım sizin anlama konusunda bir sıkıntınız var yazı gayet açık ve anlaşılır bir dille yazılmış. Kavramlarla zenginleştirmesi yazıya ayrı bir tat bırakmış. Yazarı tebrik ederim güzel yazısı için.